Kur’an, bize Firavun kıssası ile Firavunî toplumların temel özelliklerini belirleme imkânı veriyor. Buna göre bu tür toplumların en temel özelliği, Allah’ın yeryüzündeki hâkimiyetini reddetmeleridir. Firavun’un ilahlık ve rablik iddiası, gerçekte Allah’ı ya da o toplumda varlığı kabul edilen ilâhları yok saydığını değil; yeryüzünde kendisinden başka itaat edilecek, kanun koyacak, yönetecek güç tanımadığını ifade eder. Allah’ın hâkimiyetini ve ilahi kanunları reddeden toplum, bu yetkiyi ister Firavun örneğindeki gibi tek kişiye, isterse belli bir topluluğa, bir sınıfa, bir partiye tanısın, sonuç değişmez. Firavun’un, bütün Mısır mülkünün kendisine ait olduğu yolundaki sözleri, Firavunî toplumların başka bir özelliğini gösterir. Bu tür toplumlarda mülk Allah’ın değil; hâkim gücün sayılır. Hâkim güç, mülk üzerinde dilediği gibi tasarruf hakkına sahiptir. Bu mülkiyet ve tasarruf anlayışının doğal sonucu olarak belli bir azınlık servet içinde yüzerken, büyük halk çoğunluğu açlık ve sefalet içinde kıvranır.
Şüphesiz ki, Firavun’un, böylesine mutlak bir hâkimiyet ve malikiyeti yalnız başına sürdürmesi mümkün değildir. Bu nedenle Kur’an, Firavun ile birlikte “mele” adını verdiği işbirlikçilere de dikkat çeker. Bugünkü tabirle mele’, büyük sermaye sahipleri, meclis üyeleri, yüksek rütbeli subaylar, üst düzey bürokratlar, medya patronları, aydın, sanatçı, din adamı ve benzeri kişilerden oluşan topluluktur. Bunlar, Firavunî düzenin kendilerine sağladığı çıkarlar karşılığında onun hâkimiyetinin sürmesine yardım ederler. Bu da Firavunî toplumların başka bir özelliğidir.
Firavunî düzenler, yapıları gereği varlıklarını ancak zulüm ve zorbalıklarla sürdürebilirler. Adalet, eşitlik, insan hak ve özgürlükleri bu tür düzenler için hiçbir anlam taşımaz. Toplumda her şey düzenin bekası amacına uygun biçimde düzenlenir. Tıpkı Firavun’un Mısır’ındaki gibi toplum, çeşitli sınıflara bölünür; özellikle düzen için tehlikeli görülen unsurlar baskı ve zulümlerle zayıf düşürülür; gerektiğinde çocukların öldürülmesi için nüfus planlaması gibi yöntemlere başvurulur. Peygamberler varisleri olan müminler tarafından adalet, özgürlük, insanca yaşama adına yapılan her çağrı, Firavun ve melei için mülk, saltanat ve hâkimiyetlerine yönelik bir saldırı anlamına geleceğinden hemen susturulması gerekir. Firavun’un, Hz. Musa’nın daveti karşısındaki tutumu, Firavunî düzenlerin bu yolda uygulayacakları bütün yöntemlerin bir özetini verir: Psikolojik baskı, daveti etkisiz kılacak karşı propaganda, suçlama, hapis ve öldürme tehditleri gibi çeşitli baskılar, işkenceler ve nihayet soykırım.
Kuranı Kerim, Firavun ve işbirlikçilerinin kaçınılmaz akıbetlerini de gözler önüne seriyor. Onlar, galip ve güçlü olanın yakalayışı ile yakalanır (Kamer, 42) ve azabın en kötüsü ile kuşatılırlar (Mümin, 55). Sonunda bütün yaptıklarının intikamı alınır ve hepsi yok olup giderler (Zuhruf, 55). Ahiretteki durumları ise, çok daha kötüdür. Onlar azabın en şiddetlisine itilip sokulurlar. (Mümin, 46) Müminler ise iman, sabır ve mücadelelerinin bir mükâfatı olarak esenliğe çıkar, Firavun ve işbirlikçilerinin mülküne varis ve hâkim olurlar.
Firavunluk, her zaman ve her yerde mevcuttur. Herhangi bir zaman dilimiyle sınırlı olmadığı gibi, yeryüzünün herhangi bir bölgesine de özgü değildir. O bir yaşam tarzıdır. Siyasal ve toplumsal bir düzen, ekonomik ve hukuk sistemi, yönetim biçimi ve bir ahlâk yapısıdır. Kısaca o, toplumu çepeçevre kuşatan bir hayat tarzıdır. Eski Firavunluk örnekleri, Kur’an-ı Kerim’de ve tarihte sadece Mısır ile ilgili olarak gelmişse de, bu başka yerlerde bulunmadığı anlamına gelmez. Ülkeden ülkeye, çağdan çağa kimi ayrıntılarda farklılıklar olabilir. Birçoğu iç, pek azı da dış faktörlerden ötürü aralarında nicelik ve nitelik açısından birbirinden değişik yönleri vardır. Fakat her ne olursa olsun, neticede hepsi de Firavunluktur. Firavunların hal ve hareketleri toplumlarına da yansır ve o toplumlar ahmakça uyuşmuş; sürekli uyuyan, bilinçlerine perde düşen Firavunlaşmış toplumlar olurlar.
Firavun ve çevresinin ilâhî mesaja muhatap olduklarında, ilk itirazları, muhataplarını nankörlükle suçlamak olmuştur. “Biz seni içimizden bir çocuk olarak yetiştirmedik mi? Ömründe nice yıllar aramızda kalmadın mı? Ve sonunda yapacağını yaptın. Sen nankörlerden birisin.” (Şuara, 18-19) Bu itiraz, günümüzde de olduğu gibi, tarih boyunca tüm müstekbirlerin ortak itirazıdır. Bu, devlete, devletin sağladığı imkânlara karşı nankörlükle suçlamak, kurulu düzenlerinin bekası noktasında endişe sahibi olanların ileri sürdükleri yegâne suçlamalardan biridir. Bugün muvahhitlere yöneltilen fundamentalistlik, bölücülük, ayrımcılık, aşırılık ve hatta teröristlik suçlamaları “birlik ve beraberliğin biricik düşmanları” olarak gösterilmeleri, sadece zamanımıza ait yaftalamalar değildir. Firavunî düzenlerin temsilcileri, her dönemde atalarının izinden gitmişler, peygamberleri ve onlara uyanları yeryüzünde bozgunculuk yapmakla itham etmişler, zindana atmakla tehdit etmişlerdir.