Şehir merkezine uzak bir mahallede oturuyorduk. O sıralar on yedi, on sekiz yaşlarındaydım. İnşaatta bir akrabamın yanında boyacı olarak çalışıyordum. Düzenli bir istirahat günümüz yoktu; bazen hafta içi bazen de pazar günleri evde kalıyorduk. Bir pazar günü erken saatte patronum, beni arayıp biraz rahatsız olduğunu ve işe gidemeyeceğimizi söyledi. Hoş zaten benim de o gün çalışmaya pek niyetim yoktu. Uyudum, öğleye doğru uyandım.
Kahvaltıdan sonra bahçede bir saat kadar vakit geçirdim. Daha sonra mutfaktan bir bardak çay alarak televizyonun karşısına geçtim. Biraz sonra çekişmeli bir futbol maçı başladı.
Gerçekten de heyecan vericiydi. İki takım da oyun moyun demiyor; resmen savaşıyorlardı. Uzun zamandır böyle keyifli bir maç izlememiştim. Onlar savaştıkça ben de takımın teknik sorumlusu gibi ne yapmaları gerektiğini sayıklıyor, taktikler veriyordum. Kısa bir süre sonra sayıklamalarım yerini gürültülü bir sese bıraktı; hatta farkında olmadan bağırmıştım. Öyle ki bağrışmalarım; odanın köşesinde kanepede yatan nenemi uyandırmıştı.
Doğrulduğu gibi kızmaya başladı. Ben özür diledikçe o dinlemiyor, kızıyor hatta bağırıyordu. Ardından sesini düşürdü, büyük bir acıma duygusuyla ve sakin bir sesle nasihat etmeye başladı. Kocaman adam olduğumu, neden televizyon başında zamanımı boşa harcadığımı, açıp bir sayfa da olsa kuran okumamı ve en azından evde kaldığımda bir vakitte olsa camiye gitmemi öğütledi durdu.
Kendisi dizlerinden rahatsızdı, yürüyemiyordu. Ayakta dahi duramıyor, oturarak namaz kılıyordu. Bu nasihatler tüm heyecanımı alıp götürdü. Şakayla karışık bir kızgınlıkla televizyonu kapatıp dışarı çıktım. Nasihatler kafamda zonklarken öğle ezanı okunmaya başladı. Nenemin sözleri ezanla birleşince karşı konulmaz bir çağrışım hissettim ve camiye doğru yürümeye başladım.
Caminin yanındaki Pazar yeri bir hayli kalabalıktı. Öyle kalabalıktı ki küçücük mahallede araç trafiği bile oluşmuştu. İki adımlık yere arabayla gelmek burada adet olmuştu.
Arabasını park eden pazara dalıyordu.
Abdest almak için şadırvana oturdum. Karşıdaki caddeden bir düğün konvoyu geçiyordu. Otuz, kırk kadar araba art arda dizilmiş, korna çalarak ağır ağır ilerliyordu. En önde düğünü ölümsüzleştirmek için kayıt yapan kamera arabası, hemen arkasında son model siyah gelin arabası ve sırf kameraya görünebilmek için kaza ihtimalini düşünmeden birbirleriyle yarışan gelin ve damattan daha heyecanlı yakın akrabaların kullandığı araçlar. Bu tür manzaralar hep tuhafıma gitmiştir ve düğün abartılarından oldum olası nefret ediyordum.
Namaza geç kalmamak için hızlıca abdest alıp camiye girdim. İmam, üzerinde beyaz nakışlı cübbesi, başında külahı, en ön safta oturuyordu. İçeri girmemle arkasına dönüp baktı; selam verdim, sağa sola bakındım, kimsecikler yoktu. Ezan daha yeni okundu, cemaat birazdan gelir diye düşünerek oturdum.
Caminin havasında insanın ruhuna işleyen gizemli bir huzur vardı. O huzurlu havayı derin derin içime çektim. Camilerde ibadet etmek bir yana içeride bulunmak bile bir ilaç bir terapi gibiydi. İnsan hiçbir şey yapmadan saatlerce oturabilirdi, hiç sıkılmazdı.
Cami yüksekçe ve oldukça geniş bir biçimde inşa edilmişti. Ortada binayı ayakta tutan dört tane beton kolon vardı,bu kolonların alt kısımları ahşap kaplamaydı. Pencereler geniş ve süslü kemerlerden oluşuyordu. Minberin üst kısımları yine ahşap, alt kısımları ise çini işlemeli seramikten yapılmıştı. Mihrabın kemerli kısmı taş, alt kısımları ise yine çini seramiklerle süslenmişti.
Ezan biteli on dakika olmuştu, ancak gelen yoktu. İmam, cemaati bekleme alışkanlığından mıdır bilmem, adeta donmuş biri gibi hareketsizce bekliyordu. İçimden “ne zaman kılarlarsa ben de o zaman kılarım.” diye düşündüm.
Oyalanmak için tespih askısından beyaz bir tespih alıp tanelerini saymaya başladım. Biraz sonra ayağımın üzerinden bir şeyin geçtiğini fark ettim. Aniden irkilip arkamı döndüm.
Siyah, parlak bir böcek ayağımı köprü olarak kullanıp karşıya geçmişti. Böceği görünce garip bir tiksinti duydum çünkü haşerelerden ödüm kopardı. Böceğin geçmesini beklerken, hemen arkasında onu takip eden iki tane daha gördüm. Hafifçe eğilerek halıya dikkatle baktım; halının üzeri böcek kaynıyordu. Özellikle benim bulunduğum arka tarafta bir hayli kalabalıktılar. Gruplar halinde dolaşıyorlardı. Aralarında birlik ve mühim bir meşguliyet göze çarpıyordu. Sanki bu caminin sahipleri gibiydiler ya da gerçekten sahiplenmişlerdi.
İçeri girerken hiç fark etmemiştim. Ayağa kalktım, böceksiz bir yer bulmak için sağa sola bakındım. Ön saflarda tek tük göze çarpıyorlardı. İmamın arkasındaki safa geçip oturdum. Nihayet kapı açıldı ve içeri daha önce camide görmediğim biri girdi. Bu adam kırk beş, elli yaşlarında, zayıf, sırtında hafif kamburu olan ve yüzü güleç biriydi. Yüzünde belirgin bir neşe ve rahatlık göze çarpıyordu. Bir şeyler mırıldanarak ağır ağır ön safa doğru ilerledi.
Hemen sol tarafımda uygun gördüğü bir yer belirledi; selam verip oturdu ama oturmasıyla kalkması bir oldu. O da etrafını saran böcekleri sonradan fark etmişti. İyice eskimiş olan ceketini silkti. Halının üzerinde gezinen böceklere bakıyordu. Kafasını bizden tarafa çevirip tuhaf tuhaf gülümsedi. Ardından ceketinin cebinden burnunu silmek için kullandığı mendili çıkarıp halının üzerinden aldığı bir böceği incelemeye koyuldu. Yüzünde acıma ve merak duyguları belirmeye başladı.
Allah, belki de tiksindiğimiz hayvanları bile ne güzel yaratmıştı öyle değil mi? Tıpkı insanı en güzel bir biçimde yarattığı gibi. İşte iki güzel yaratık Allah’ın evinde karşı karşıya gelmişlerdi. Adam, böceğe acıma duygusuyla bakarken belki böcek de adama acıma duygusuyla bakıyordu. Kim kime merhametle nazar ediyordu belli değildi. Camiyi sahipsiz bırakan insan mı? Yoksa burada barınan böcekler mi merhamet nazarıyla bakılmaya muhtaçtı?
Adam, sakin adımlarla ve bir ibadet şuuruyla açık olan pencereye doğru yürümeye başladı. Böcek adamın elinden kurtulmak için var gücüyle çırpınıyor, belki konuşuyor, yalvarıyordu. Önümüzden geçerken yüzünde ibadet ehli birinin tebessümü yayılmıştı. Öyle ya! Allah’ın evi ihya edilmeli, temiz kalmalıydı ve insanlar bu görevi layıkıyla yerine getirmeliydiler.
Adam, pencereye iyice yanaşıp böceği dışarı fırlattı. Mendilini çırpıp katladı ve tekrar cebine koydu.
Ayağa kalkıp sünnetlerimizi kıldık. İmam, yüzünü bana çevirip kamet getirmemi söyledi. Ben kamet getirirken adam da safı sık tutmak için yanıma iyice yanaştı. İki bin kişilik bu koca camide, en önde imam, hemen arkasında ben ve adam ve yüzlerce böcek namaza durduk…
Muhammed Kaya