Camiden kopuş seküler düşünüş ve yaşayışı beslemiştir

Mabedler, sembolik değerlerinin yanında içtimai hayata tesiri açısından da müstesna bir yere sahiptirler. Esasen insan bizatihi kendisi de çoğu zaman sembollerle ifade eder kendini ve hayatı sembollerle anlamlandırmayı öne çıkarır.

Mabedler, sembolik değerlerinin yanında içtimai hayata tesiri açısından da müstesna bir yere sahiptirler. Esasen insan bizatihi kendisi de çoğu zaman sembollerle ifade eder kendini ve hayatı sembollerle anlamlandırmayı öne çıkarır.

Gülmek, kızmak, selamlaşmak, ağlamak, esasen birer sembolik anlatımlardırlar. Sevgiyi, öfkeyi, geleceği, nefreti, aşkı, hedefleri, geçmişi çoğu kez resim, şiir, müzik, heykel gibi sanatsal/sembolik anlatılarla ifade eder; evimizi, sokağımızı, meydanlarımızı, giysimizi, bineğimizi bu sembolik anlatı figürleriyle bezeriz.

Kur’an’ın da dili doğal olarak sembolik anlatıya çok yatkındır. Başta hac olmak üzere ibadetlerin bir kısmı da sembolik anlamlar içerir. Kâbe tamamen sembolik bir yapıdır. Sembolik anlatım insan fıtratının gereğidir ve olmazsa olmazıdır. Aksi halde “Allah’ın evi” kavramı nasıl anlaşılabilirdi ki.

Bir mâbed olarak cami de sembolik açıdan çok önemli bir değere haiz olmakla birlikte; tarihi, kültürel, siyasal/yönetsel ve ilmi dinamizmi aktive eden önemli bir rol üstlenmiştir. Peygamberin henüz hicreti tamamlamadan yoldayken ilk icraat olarak Kuba Mescidi’ni inşa etmiş olması bu gerçeğe çok açık bir örnek olsa gerek. Medine’de de ilk icraatlardan biri Nebevi mescidini inşa etmek oldu. Hatta Peygamber, mescidin önemini fark eden münafıkların inşa ettiği Mescid-i Dırar’ı ayetin nüzulü üzerine yıktırdı. Bu icraat, caminin İslam toplumu için ne kadar önemli olduğunu ortaya koyması açısından vahye dayanan tarihi ve ilmi vesikalardır.

Cami; ibadet, karargah, haberleşme, ilim tahsil etme, haberdar olma, sosyalleşme, tanıma, tanışma, tebliğ, tercih, samimiyeti ölçme amacıyla kullanılmış tarihte örneğine rastlanmayan müstesna bir kurumdur.

Peygamberin Kur’an’dan sonra bize miras bıraktığı söz ve eylemlerinin çoğunun cereyan ettiği yerdir cami. Camiye gelmiyorsa mutlaka bir sorunu vardı o dönemin Müslümanlarının. Ya hastaydı dua alırdı ya koyunları çok artmıştı da kınanırdı ya da yoksulluktan giyecek giysisi olmadığı için gelmediği anlaşılırdı da hüzünlenilir ve destek olunurdu.

İslam’ı bireysel olarak yaşamayı dayatıyorlarsa da görüldüğü üzere İslam tepeden tırnağa sosyalleşme üzerine inşa edilmiş ve ancak sosyal hayat üzere tam ve sağlıklı olarak yaşanabilir bir dindir. Nitekim en etkin olduğu zamanları sosyal hayatın kılcal damarlarına sirayet edebildiği zamanlar olmuştur. Ve bu misyonunu tarih boyunca daha ziyade cami üzerinden gerçekleştirmiştir. Münzevi yaşam, bir başına orada durma, suya sabuna dokunmama asla İslam’ın müsamaha göstereceği bir yaşam biçimi değildir ve esasen bu tür hayat ve anlayış biçimini yıkmak için gelmiştir.

İslam tarihi boyunca müspet veya menfi bütün iktidarlar cami ve dolayısıyla cami ile aynı karede zihnimize kodlanmış ulema üzerinden iktidarlar devşirmişlerdir. Dört halife dönemi de dâhil olmak üzere Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar, günümüz Türkiye’si ve diğer Müslüman ülkeler, Müslüman halklar nezdinde meşruiyetin önemli bir sütunu olan camiyi kontrollerinde tutma gayretinde olmuşlardır.

Yine tabiri caiz ise İslam toplumunda camiyi kontrol eden iktidarları kontrol etmiş veya elde etmişlerdir. Selahaddin’in başarısında cami başat rol oynamıştır. Cami İslam toplumu için genellikle ıslah ve ihya rolü üstlenmişse de; ihtiras ve ihtilafların ortaya çıktığı zamanlarda camiyi kontrol eden muhteris ve müfsid yönetimler kötü emellerine amaç edebilmiş ve buralardan ihaneti besleyen “hutbeler” ve “minberler” ihdas etmişlerdir.

Cami bu yönetsel gücünün yanında mahallelinin çoluk çocuğuyla yetişip piştiği; İslami kültür ve ilmi birikim elde ettiği, sağlam gençliğin buralardan temellendirildiği, kötülüklerin buralarda eritildiği sosyal ve ibadi mekan fonksiyonunu hep icra edegelmiştir. İslam toplumunun ifsada karşı muhkem kaleleri olmuştur camiler. En önemlisi halkın klasik, sıradanlaşan bir pratiği olmuştur cami inşa etmek, camide cem olmak.

Bu nedenle İslam toplumunun gönlünü kazanmanın da, aklını çelmenin de, cephe yolunu tutmanın da, savaşı kaybetmenin de yolu hep camiden geçer. Ve camiyi kontrol etmek isteyen İslam düşmanlarının çoğu zaman birinci hedefi olmuştur cami. Çoğu zaman da bu fonksiyonel özelliği içeriden çok dışarıdan görülmüş hatta camiyle niçin bu kadar uğraşıldığı İslam toplumlarınca anlaşılamamıştır.

Bugün bütün dünya müstekbirlerinin Mescid-i Aksa ile uğraşması hakeza bütün bir İslam âleminin bilincini ve direncini canlı tutan temel motivasyonunun Mescid-i Aksa olmasının başkaca izahı olabilir mi? Dünyanın bütün süper güçleri bir tek Mescid-i Aksa’nın ürettiği sinerjiyi üretemiyorlar veya bu enerjiyi söndüremiyorlar.

Mescidin öneminin yanında mescidin doğru konumlanması veya anahtarının doğru ellerde olması da çok önemlidir. Nitekim Cumhuriyetin ilk yıllarında camiye karşı net tutum sergilenmiş, 17.12.1927 yılında Yargıtay’ın aldığı karar ile din görevlilerinin devlet görevlisi olma vasıflarına son verilmiştir. Halk İstiklal Mahkemelerinde yargılanıp asılma korkusuyla ibadetini ve Kur’an’ını köyünde, mahallesinde gizliden de olsa gayri resmi mescitler, medreseler teşekkül ettirerek yasaklar girdabında ifa etmiş ve öğrenmiştir. Sahipsiz ve imamsız kalan kimi camiler sahipsiz hayvanların barınağı haline gelmiştir. Halk arasındaki “camiler ahıra çevrildi” söylemi buradan doğmuştur.

Oysa kurtuluş savaşının fitili camilerde ateşlenmiş, buralar toplanma, cihada çıkma ve bilenme merkezi olmuştur. Ancak sonrasında camiye “geri kalmışlık ve ihanet” kimliği yaftalanmaya çalışılmıştır. Mesela Mustafa Kemal’in Balıkesir Hutbesi’nin bir benzerini 1927 ve sonrasında okumak, İstiklal Mahkemelerinde yargılanmak için yeter de artar bir sebepti. Hatta bugün bile kanunlar işletilirse aynı içerikli bir hutbe yüzünden rahatlıkla yargılanırsınız.

Mücadelesini ve zaferini camiye borçlu olan Cumhuriyet yönetimi, sonrasında Laikliği ve Batı’cılığı temel referans alarak, laikliği benimsetmek ve yaşatmak için ilk lağvedilmesi gereken kurum olarak cami ve medreseyi görmüş; medreseyi laik eğitim kurumlarına dönüştürmüş, camilere de kilit vurmuştur. Bununla birlikte Müslüman halkımızın bağrından cami sökülüp atılamamıştır. Nitekim 1950’den sonra sınırlı ve kontrollü olarak mabetler ve din eğitimi laik sisteme payanda olmak veya laikliğe muhalefet etmemek şartıyla açılmıştır. Diyanet teşkilatı üzerinden laik sistem övülmüş, teşkilat laikliğe hizmet eden bir kurum pozisyonuna bürünmüştür. Asli vazifesinden koparılarak sadece belli vakitlerde namaz kılınan yerlere dönüştürülmüştür camiler. Hutbeler “suya sabuna dokunmayan” sadece su ve sabun ihtiva eden konularla iktifa etmiştir. Temizlik, ağaç dikme, sisteme bağlılık gibi konularla bir kısır döngüye dönüşmüştür hutbeler.

Bu işleyiş günümüzde de aynen devam ediyorsa da günün iktidarlarının tutumu camilerin işlevselliğini belirlemede de önem arz etmiştir. Belki sivil toplum ve sivil inisiyatifin çabası ve katkısı olmazsa cami inşaatı çok daha geride olur, camiye teveccüh çok daha zayıf olurdu. Ancak halkın canı ve malıyla camiyi sahiplenmesi sistemin “devşirme” emellerini akamete uğratmıştır.

Dolayısıyla tarihin tekrarına hizmet edercesine camilerin varlık sebebiyle oynanmış, yönetimin elinde varlık sebebine muhalif bir misyon icra etmek zorunda bırakılmıştır. Dönemin Türkiye’ye kaçmış devrik İran Şahı’nın bir generali “biz Türkiye gibi camileri devletin kontrolü altına almayarak büyük hata ettik” diyordu.

İster laik olsun ister demokrat; ister totaliter rejimler olsun ister krallık… İster seçimle gelmiş olsun ister darbe ile hepsinin yaptığı tek şey var; camiler üzerinden varlıklarına meşruiyet kazandırmak ve dini, varlıklarının gerekliliğine ikna aracı etmek… Oysa aziz İslam bizatihi bunları ortadan kaldırmak ve mustazafları yeryüzüne varis kılmak için indirilmiş bir dindir.

İslam toplumunda camiyi kontrol edenler toplumu da kontrol etmişlerdir. “Kabe İmamı”, “Ezher İmamı”, “Emevi Camii İmamı” gibi kavramların özellikle kralların ve diktatörlerin yönettiği coğrafyalarımızda hayat bulması bir tesadüf olmasa gerek. Hatta güncel olması açısından söylüyorum “Ayasofya İmamı”nın linçe tabi tutulması imamın halkçı ve İslami söylemini mahkûm etmek istemelerindendi. Suya sabuna dokunmamış olsaydı şimdi “Ayasofya İmamı” da kavramsallaşmış olacaktı belki de.

Kurtuluş Savaşı’nın fitili camilerde ateşlenmiş, minberler savaşa yön ve kader tayin etmiştir. Halkın duyguları oralarda galeyana gelmiş, gayretler orada kabına sığmaz olmuştur.

Hakeza Kilise, havra ve Sinagog gibi mabetler toplumsal hayattan tamamen soyut bir pozisyonda iseler de Hristiyanlık ve Yahudiliğin sekülarizmin ölümcül darbesini kısmen savmasında; direncin karargahı, ayakta durmanın en önemli direği olmuştur.

Aslında hangi şartlarda olursa olsun Allah’a iman, dünyada esenlik, ahirette de cennet ehli olma arzusu ilk insandan bu yana insanlığın içtimai hayatını şekillendiren en temel faktör olmuştur. Bu, bugün de böyledir. Hatta bu gün tarihte hiç olmadığı kadar böyledir. Üç din de tarihte hiç olmadığı kadar ve eş zamanlı olarak kıyasıya bir üstünlük gayretine girmişlerdir. Bugün ekonomik, askeri ve siyasi savaşların çoğunun temelinde bu üstünlük gayreti yatmaktadır.

Üç dinin de mabet merkezli dinamizmi lokomotif görevini üstlenmiştir. Haftada bir kiliseye gitmek bile Hristiyan dünyasının maneviyatını kısmen de olsa beslemiştir. Siyonizm gibi sapkın bir fikrin hayat bulmasının sebebi, fikre Tevrat ve mabed’in refere edilmesidir. Mazlum ve mağdur dünyanın direncini ayakta tutan yegane kurum camidir. İhvan, Hamas, Hizbullah, İran İslam İnkılabı, İslami Hareket gibi toplumda ciddi karşılık bulan hareketlerin tamamı camiyi merkezlerine almışlardır. Camisiz bir hareket marjinal olmaya mahkumdur.

Birey ile din, toplum ile dini hayat arasındaki bağı güçlendiren, toplum ve ferdin dini pratiği içselleştirmesine hizmet eden en temel kurum yine camidir. 90’lı yıllarda solcu bir arkadaşım “eğer bizde cami olsaydı biz çoktan devrim yapmıştık” diyordu. Cami bizde o kadar önemlidir ki bir beldenin Müslüman oluşunun temel sembolü haline gelmiştir. Bayrak ve ezan özgürlüğün eşit iki sembolü olarak kabul edilmiştir. Kimi Avrupa başkentlerinde minareye izin verilmemesinin temel gerekçesi bu olsa gerek.

Bağrımızdan mabedi söküp atmanın mümkün olmadığını gören seküler sistemler, halkı mümkün olduğunca camiden uzak tutmaya, bu mümkün değilse bile camileri işlevsizleştirmeye ya da kendi düşünce dünyalarına hizmet eden bir fonksiyon kazandırmaya yeltenmişlerdir.

Özellikle çocuk ve gençlerin camiden uzak tutulması, sadece yaşlıların uğrağı haline getirmiştir. Varlığının kutsiyeti gönüllerdeki yerini kaybetmediyse de camiyle birebir ilişkinin çocuk ve gençlik üzerindeki tesirini ortadan kaldırmıştır. Minberlerden kimi zaman seküler hayat vaaz edilmiştir. Ya da olağan görevini ifa etmede kanuni sınırlamalar camiyi olabildiğince sınırlandırmıştır. Sistemin meşruiyetine payanda yapılmaya çalışılmıştır. Bazen de “beka” sorununa “şehitlik” ve “cihad” kavramları üzerinden malzeme kılınmıştır buralar. Oysa cami çocukların oynadığı, gençlerin eğlendiği yetişkinlerin haz aldığı ve yaşlıların huzur devşirdiği alanlar olmalı. Camiyi bu fonksiyonuna kavuşturmak için önemli adımlar atan Diyanet İşleri eski başkanı halkın büyük teveccühüne mazhar olmuştur.

Çünkü toplumun özellikle de gençliğin duçar olduğu, uyuşturucu, sigara ve alkol bağımlılığı, internet bağımlılığı, aşırı televizyon izleme, cinsel hastalık temayülleri, oyun bağımlılığı, aşırı yemek yeme hastalığı gibi toplumu kemiren hastalıkların ve diğer kötü alışkanlıkların temel tedavi merkezleri olmanın ötesinde “önleyici hekimlik” gibi bir misyonu da üstlenmektedir camiler.

Tabi ki tabiat boşluk kabul etmez. Dolayısıyla camiden koparılan çocuk ve gençliğin hayatı yukarıda bahsettiğimiz bağımlılıkların/hastalıkların yanında bir de ahlaki/insani boyutları aşan eğlence ve başkaca kötü alışkanlıklarla dolduruldu. İslami bilinç ve cami ile bağı koparılan halkımız ruhen ve zihnen Müslüman kalmayı başardıysa da amelen laik/seküler dayatmalara yenik düştü maalesef. Tabi dünün gençleri bugünün yetişkinleri olunca onların da çocukları onlardan gördükleri gibi yaşadılar.

Bu vesile ile toplumun huzur ve güveninin teminatı olan Müslümanca bir yaşama kavuşmasını istiyorsak çocuklarımızı ve gençlerimizi belli bir plan ve program çerçevesinde camiye tekrar çekmenin ve caminin karşı konulamaz /engellenemez, çekici, cezp edici havasından soldurmanın bütün yollarını bilumum tarikat, cemaat, aşiret, cami yapma dernekleri başta olmak üzere, dernek, vakıf ve cemiyetlerin sonuna kadar zorlaması gerekmektedir.

Cami merkezli bu dini asli yapısına kavuşturmaktan başkaca yol yoktur.

Mehmet Gülsever

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

İslam Ve Kuran Haberleri

Yılbaşı kutlamaları ve şans oyunları haramdır
2025 hac kayıtları 15 Kasım'a kadar yapılabilecek
"Gıdada haram ve helale dikkat edilmemesi toplumsal çöküntüye neden olur"
Kazasının olup olmadığıyla ilgili şüphesi bulunan kimsenin durumu
Kurban edilen hayvan kanının alna sürülmesi doğru mudur?