Herkesin kendisinden korktuğu, her şeyin kendisine döndüğü, gamlıların, mahzunların ferahlatıcısı “Allamul Ğuyub”, Settarul Uyub”, “Keşşaful Kulub” olan Allah’a hamd olsun. Peygamberi Muhammed Mustafa’ya bütün hastalıklar ve onların devaları sayısınca salat ve selam olsun.
Kur’an kıyamet sahnelerini; kalpleri titreten, korku salan, tüyleri diken diken eden bir uslüpla anlatır. Kur’an, kıyamet sahnelerini tasvirden ziyade, adeta aradaki mesafeyi kaldırıp olayın içinde, onu gören, hisseden bir kişi haline getiriyor bizleri. Bu, Kur’an’ın eşsiz belağatının bir yansımasıdır. Hadis-i şerifler ve ayeti kerimelerde cennet için gözlerin daha önce hiç görmediği, kulakların işitmediği, insanların aklından dahi geçmediği yer olarak tarif edilir. Cehennem dahi bizim hayalimizin çok ötesinde, zayıf idrakimizin kavramasından çok uzaktır. Kişinin kardeşinden, annesinden, babasından, çocuğundan kaçtığı, bebeklerin dahi korkudan yaşlandığı, güneşin katlanıp dürüldüğü, yıldızların döküldüğü, dağların sallanıp yürütüldüğü, vahşi hayvanların toplanıp bir araya getirildiği, denizlerin kaynatıldığı, kabirlerin alt üst edilip içindekilerin çıkarıldığı bir gün...
İşte bu dehşetengiz olaylardan bazı sahnelerin anlatıldığı ve bu isimle müsemma surelerden bir tanesi de Kıyamet Suresidir. Cenab-ı Zülcelâl, bu sureye, kıyamete yemin etmekle başlamıştır. “Hayır kıyamet gününe yemin ederim ki... “ (Kıyame: 1) Buradaki ‘hayır’ olumsuzluk edatı yemini pekiştirmek için getirilmiştir. Sanki o şey o kadar bariz ve açıktır ki yemine dahi ihtiyaç yoktur. İşte o güne yemin olsun ki dirileceksiniz ve hesaba çekileceksiniz. Zaten kıyamet günü de kalkım günü demektir. Tarih boyunca gelen tüm peygamberler kavimlerini Kıyamet gününün azabı ile kokutmuşlardır. İnkarcılar bu güne inanmak istememişler. Çünkü dünya zevklerinden ayrılmak onlara çok zor geliyordu. Ne de olsa insan bu tabiatın bu dünyanın çocuğu değil miydi ? Bu kadar bağlandığı sevdiği arkadaşından ayrılmak onun işine gelmiyordu. Kendini avutmak ve Allah’a kulluk yapmamak için bir bahanesi olması gerekiyordu. Gerçi kendisi de inanmıyordu ya. Bu surede inkârcıların kıyameti inkâr ettikleri veya yalanladıkları söylenmiyor. Diğer surelerde geçen “yukezzibu “ yani yalanlamak tabiri bu surede kullanılmamıştır. Bunun yerine “liyefcure emameh” tabiri kullanılmıştır. “Fakat insan önünü (geleceğini, kıyameti) yalanlamak ister.” (Kıyame: 5) İnsanın önündeki engel, nefsini dizginleyen yegane şey ahiret inancıdır. Bu sözüyle, onu dizginleyen ve zincirleyen unsurlardan kurtulup özgür olmak istemektedir. Aslında özgürlük olarak gördüğü şey, nefsin esiri mahkumu olmaktan öte bir şey değildir.
Kendisi bu rüyalar ve hülyalar âleminde kuru çölde seraplar görürken Kur’an ona şimşek hızında bir cevap veriyor. “Gözün şaşkına döndüğü...” (Kıyame: 7) buradaki “berika” kelimesi şimşek çakmadan kinayedir. Yani göz şimşek çakmasında, faltaşı gibi açıldığı gibi, kıyametin o tüyler ürperten o korkunç manzaralarını gören insanın da gözlerinin faltaşı gibi açıldığı gün, o yalancı uykudan uyanacaktır. Ayeti kerimede de denildiği gibi “Eyvah bize ! Uyuduğumuz yerden bizi kim uyandırdı” (Yasin: 52) diyecek.
Bununla beraber “Ay karanlığa gömüldüğü, güneş ve ay bir araya getirildiği zaman, o gün insan ‘kaçış nereye?’ diyecektir.” (Kıyame: 8-9) gibi kıyametin korkunç manzaralarını gördüğü vakit insan, korku ve telaştan ne yapacağını şaşırır bir vaziyette bu büyük tehlikeden kaçma yolları arayacak. Artık kâinat bildiği ve tanıdığı zevk ve sefa diyarı olmaktan çıkmıştır. Ve bu panik ve korku halinde “Kaçacak yer neresi?” (Kıyame: 10) diyecektir. Bu çaresizliğin kapana kısılmışlığın feryadıdır. Ama heyhat! “Hayır, hayır! Sığınacak yer yoktur!” (Kıyame: 11) Ayette geçen “Vezer”, aslında ağırlık mânâsından “sarp ve sağlam dağ” demektir. Böyle dağlar, kaçakların sığındıkları yerler, kaleler, silahlar, sığınılacak yer, güç veya siper mânâsında yaygın şekilde kullanılır olmuştur. Yani o gün dünyada tehlike anında arkasına sığındığınız kimse veya bir güç olmayacak. Yalnız sen ve “Yapıp öne sürdüğü ve geri bıraktığı...” (Kıyame:13) Önden göndermiş olduğun ve geride bıraktıkların müstesna. Müfessirler bu ayet hakkında çeşitli yorumlarda bulunmuşlardır: Farzlardan yaptığı ve yapmadığı, ya da günahı öne alıp tövbeyi sona bıraktığı veya şerden takdim ettiği ve hayırdan tehir ettiği gibi anlamlara geldiğini söylemişlerdir.
Geride bıraktığın, bombaladığın viraneye çevirdiğin köylerin, kasabaların, yetim öksüz, bıraktığın çocukların, emziği boynunda katlettiğin bebeklerin hesabını verme günüdür bugün. Hiçbir ayrıntı atlanmamıştır. Mazluma sıkılan mermilerin, atılan misket bombalarının sayıları kaydedilmiş, zabıtlara geçmiştir. “... ‘Eyvah bize! Bu nasıl deftermiş ki, büyük küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış dökmüş’ dediklerini görürsün. Onlar, bütün yaptıklarını hazır bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez. (Kehf: 49) İşte o gün sen ve amelin başbaşa kalacaksınız. Ve o gün dünyada olduğu gibi mazeret ve bahanelerle kurtulamayacaksın. O gün onlara “...Bugün artık özür beyan etmeyin...” (Tahrim: 7) Bugün artık özür dilemeyin denilecek. O gün özürlerinin kabul edilmemelerinin sebebiyse meleklerin tuttukları zabıtların yanı sıra şahitlerin de olmasıdır. En önemlisi de kendisinin yaptıklarına şahid olmasıdır. Bir insan yapmış olduğu bir suçtan dolayı belki herkesi kandırabilir. Peki ya kendi kendisini kandırabilir mi? “Hattâ insan, kendi kendinin şahididir.” (Kıyame: 14) O gün ellerinin, ayaklarının ve diğer azalarının aleyhinde şahitlik edecekleri gündür. “Bugün biz onların ağızlarını mühürleriz de neler kazandıklarını bize elleri söyler, ayakları da şahitlik eder.” (Yasin: 65)
Beşinci ayette bu insanların ahireti inkâr sebebinin akılları değil nefisleri olduğu söylenmişti. Burada ise ikinci bir sebep daha açıklanmıştır. “Hayır, siz peşin olanı (dünyayı) seviyorsunuz da. Ahireti bırakıyorsunuz.” (Kıyame: 20-21) Onun için dünyadaki kâr önemlidir. Ahirette zararın hiçbir önemi yoktur. Dünyanın çile sıkıntı ve dertlerinden kurtulmak en öncelikli hedeftir. Onun içindir ki yine ayette bunlara hitaben “Gerektir o bela sana, gerek. Evet, gerektir o bela sana gerek.” (Kıyame: 34-35) buyrularak bu cezaya müstahak oldukları beyan edilmiştir. Çünkü onlar fani olanı baki olana tercih ettiler. Kıyamet günü hayırdan ne kaybettiklerini ve şerden ne kazandıklarını gördüklerinde bu üzüntünün vermiş olduğu umutsuzluk hali yüzlerine yansıyacak ve yüzleri dünyada mutsuz insanların suratlarının asık ve buruşuk olduğu gibi buruşuk ve asık olacaktır. “Yüzler de var ki o gün asıktır.” (Kıyame: 24)
Ve o gün bunların aksine bir sınıf daha var ki yüzleri ışıl ışıl ayın dolunay hali gibi parıldayacaktır. Sizce bu insanların yüzlerini parıldatan şey nedir? Bu sorunun cevabını yine aynı surenin 22-23’cü ayetlerinden öğreniyoruz. “Yüzler var ki o gün ışıl ışıl parlar. Rabbine bakar.” (Kıyame: 22-23) Tüm cennet nimetlerinin üstünde bir nimet. “Ru’yetullah” Bu ne büyük mutluluk, bu ne büyük bahtiyarlık. Bu söyleyip yazarken dahi insanı heyecanlandıran ne büyük bir ihsandır ya Rabbi ! Bize de nasip et. Bu büyük nimetleri terk edip nefsin esiri olmuş birine ayette de denildiği gibi yüz bin defa “Evet, gerektir o bela sana gerek” demek gerekmez mi ? Ruhu bedeninden çıkarken bunun farkına varacak ama, va esefa ki, Firavunun pişmanlığı gibi onun da pişmanlığı ona bir fayda sağlayamayacaktır. Ölüm anında, “Hayır hayır, ne zaman ki can köprücük kemiklerine dayanır. ‘Tedavi edebilecek kimdir?’ denilir. Can çekişen bunun o ayrılık anı olduğunu anlar. Bacak bacağa dolaşır. İşte o gün sevk, ancak Rabbinedir.” (Kıyame: 26-30) Ayette geçen “Men Rak” “rak nerede, tabip nerede” sözünde ki “rak” bildiğimiz, ilaçlarla tedavi eden tabip değildir. Bu doktorların artık yapılacak bir şey kalmadı dedikten sonra, gidilen nuskacı ve üfürükçülerdir. İnanan veya inanmayan insanlar son bir çare olarak ona başvurur. Ama nafile bir uğraştır bu. Çünkü onu bu hale tabip sokmuştur zaten. Artık firak vaktinin geldiğini anlar ve ölümün verdiği acı ızdırapla bacak bacağa dolaşmıştır. Artık “Mesak” yani sevk edilecek yeri Allah’ın huzurudur. İşte dünyayı ahirete tercih edenleri bekleyen acı son.
Rabbim cümlemizi muhafaza etsin.