Bugün Ortadoğu’da yaşanan ve giderek kalıcı bir statükoya dönüşmeye başlayan çatışmacı süreç, Arap Baharı’nın son halkasını teşkil eden Suriye’deki iç çatışmaların bölgeye yansıması veya taşınmasının sonucu olarak karşımızda duruyor.
Çatışma süreci ilerledikçe yeni çatışma alanları oluşuyor. Bu durum her safhada belki de ilk başlarda hesapta olmayan yeni yerel aktörlerin çıkışına da kapı aralıyor. Dün “diktatörlere karşı halk isyanları” şeklinde kodlanan çatışma dalgası, bugün tüm bölgeyi kasıp kavuran ölümcül dalgalara yol açan bir safhaya taşınmış bulunuyor.
Çatışma safhalarına yerel aktörler katıldıkça tüm olup bitenler dar yerel kavramlarla irdelenmeye çalışılıyor. Bölgesel çatışmaları dayatan küresel şeytanların kapsamlı ajandaları çoğu zaman arka plana itilerek her şey yerel gruplar ve yerel olgular üzerinden okunmaya odaklanılıyor. Neredeyse tüm Ortadoğu’yu hatta Afrika’nın kuzeyi ile Ukrayna meselesini içeren devasa alanlardaki küresel hesaplaşmalar ortadayken ve neredeyse her şey küresel hesaplaşmanın birer yansımasıyken tüm olgular IŞİD ya da Kobani üzerinden tartışılıyorsa, burada küresel ajandaya uygun yürütülen algı operasyonunun kat ettiği başarı çaktırmadan kendini ele veriyor.
Çatışmaya dayalı küresel ajandanın yerel mekânlar ve yerel gruplar üzerinden okunmaya başlanması, herkesi yerleşik etnik, dini, mezhebi bir tarafgirliğe yönelterek dışlayıcı/düşmanlaştırıcı bir pozisyon almaya sevk ediyor.
Oluşan çatışmalı ortamda rakip dini, siyasi, etnik, mezhebi çevrelerin neredeyse tümü, gelinen nokta itibariyle rakibini/düşmanını tarif etme şekli, adeta karanlıkta fili tarif etme şekline dönüşmüş bulunmaktadır.
Kimisine göre tüm bölgeyi ateş topuna çeviren yegâne düşman IŞİD, kimisine göre Şiiler, kimisine göre Kürtler, kimisine göre Türkiye, İran veya bir diğeri… Tabii ki yereldeki herkesin “masum” olduğu iddia edilemez. Ama önce çatışmacı ajandayı dayatan, sonra hava sortileriyle kurtarıcı olduğuna inanılan bölge dışı güç veya güçlerin, çoğunun gözünde sadece iyilik melekleri haline gelmiş olması, facianın ne denli büyük olduğunun kanıtı olarak orta yerde duruyor.
Asıl düşman küresel şeytanlardır ve kocaman bir ajandayla Ortadoğu’nun kapısına dayanmış bulunmaktadırlar. Çatışmaları körükleyerek hedeflerine ulaşmada en büyük sermayeleri de bölge ülkelerinin hem kendi içlerindeki despotik uygulamaları, hem de birbirleriyle süregelen çelişkileri olmaktadır. Despotik uygulama ve iç çelişkilerden muzdarip kesimlere uzatılan “elma şekerleri”, sonunda başka türlü hastalıklara yol açsa da epey kesimleri çatışmacı pozisyonlara sevk etmek için yeterli olmaktadır.
Ne Amerika’nın petrol sevdası, ne enerji nakil hatlarının güvenliği, ne de israilin güvenliği ve yayılmacı emelleri artık kimsenin umurunda değildir. Ortadoğu petrolünün yanı sıra değerinden hiçbir şey kaybetmeyen jeo-stratejik önemi ve Amerika’nın artık eskisi gibi İngiliz mirası eski statükoyu devam ettirememe sancısını çoğu kimse hesaba katmıyor.
Eskiden 6.filonun hareket etmesiyle yaşanan rejim değişiklikleri dönemi geride kaldı. Artık bölgenin hiçbir ülkesi Amerika ile eski ilişki biçimi içerisinde değil. Irak işgalinde yaşanan hezimet, birçok bölge ülkesinin kısmen de olsa kendi politik argümanlarıyla hareket etme kabiliyeti geliştirmesine sebep oldu. Amerika’nın tehditleriyle ya da çevirdiği farklı türden entrikalarla artık eskisi gibi ülkeler teslim olmuyor. Dolayısıyla “bölünme, birleşme, farklılaşma, bütünleşme” şeklinde çizilen yeni haritalar, artık çok da etkili olmuyor. Bu nedenle Amerika, yeni müdahale biçimini ülkeler üzerinden değil, daha ziyade iç çatışmalar veya statü isteyen etnik, dini, mezhebi kesimler üzerinden gerçekleştiriyor. Bu yöntemle kendisine rağmen “başına buyruk” ülkeleri politik ajandasına mecbur etmeye çalışırken diğer yandan da herkesi kurtarıcı olduğuna inandırmaya zorluyor.
Mesela yürüttüğü Kürt politikası ile bir yandan tüm Kürtleri kendisine biat etmeye çabalarken, aynı zamanda Kürtlerin yerleşik bulunduğu kimi ülkeleri de politik ajandası doğrultusunda yeniden hizaya getirmeye çalışıyor. Türkiye ile ilişki kurup petrol alışverişine girişen Güney Kürdistanı önce te’dip etti, sonra kurtarıcılık moduna geçti.
Rojava ve PKK/PYD üzerinden sağlama almaya çalıştığı yeni petrol nakil hatları uğruna aynı şekilde önce te’dip, sonra kurtarıcılık misyonu…
Yıllar öncesinden kalma yeni haritalar piyasaya sürerek PKK’ye “Bıji Obama” sloganları attırırken aynı zamanda Türkiye’ye boyun eğmesi gerektiği mesajını vermekten geri durmuyor.
Bu politikası tutar mı Amerika’nın, orası ayrı bir konu. “IŞİD’e karşı savaş yıllarca sürebilir” cümlesini çokça terennüm ettiklerine göre planlarını gerçekleştirmek için bölgenin tüm kesimlerini çarpıştırma, tüm dinamiklerini yıpratma, çatışma alanlarını daha da yaygınlaştırmaya odaklanacaklarına kesin gözüyle bakılabilir.
Burada bölge ülkeleri ilk önce kendi içlerindeki iç çelişkileri izole etmeye, eş zamanlı olarak da çatışma kültüründen diyalog ve işbirliğine yönelmeleri mecburiyeti ortaya çıkmaktadır. Açıkçası her bölge ülkesinin kendince bir ağırlığı bulunmaktadır. Her bir ülke bölgeye dayatılan oyunun kurallarına tek başına hükmetme kudretine sahip değildir. Ama dayatılan kuralları altüst etme yetenek ve potansiyeline sahiptir. Bunun örneklerini Suriye’de de gördük, işgal sonrası Irak’ta da…
Ama bir araya gelme ve sorunları barışçı yollarla halletme kültürünün de henüz yerleşmediğini, belki de Amerika’nın “IŞİD’e karşı savaş yıllarca sürecek” argümanı altında yatan asıl nedenin de yerel düzlemdeki uzlaşmazlık kültüründen beslendiğini öngörmek mümkündür.
Toparlarsak; bölgesel bazda eski statükonun devam etmesi artık imkânsız. Amerika artık tek başına yeni bir statüko kurma becerisini göstermekten aciz, ama tüm bölgenin midesini bulandırma yeteneğine hala sahiptir.
Bu aşamada bölgedeki ülkeler ve eski statükodan bıkmış kesimler ya kendi aralarında bir şekilde anlaşma yoluna girecekler; Ya da Ortaçağ Avrupa’sından miras kalan yüzyıllık iç savaşlarla tüm imkanlarını heder edecekler.
Şimdilik trend, bölgesel iç çatışmaların yaygınlaşmasından yana… Yeni bir statüko için alevlendirilen çok taraflı çatışmalar, giderek bir kültür haline dönüşüveriyor. Bu gidişle yeni bir statükonun oluşumundan ziyade çatışmanın kendisinin başlı başına bir kültürel statüko haline gelmesi gibi can yakıcı bir tablo ile karşı karşıya bulunmaktayız.
Bu durumu kendi içimizdeki kavramlarla izah edecek olursak; tahammülsüzlüğü, saldırmayı, yakıp yıkmayı, gayeyi ıskalayan bir neronlaşma eğilimini ifade eder hale gelen “Heval psikolojisi” şu anda bölgesel bazda neredeyse tüm kesimlerin bilinçaltını esir alan bir duruma denk düşmüş bulunmaktadır.