İnsanın kendini ifadesi ve bu yol ile kullandığı dil; yetiştiği çevresi, gördüğü eğitimi ve inandığı değer yargılarıyla ilintilidir.
Çevre, eğitim ve inanç üçgeni, zaman zaman birini dışlasa da diğerlerinin etkisi yadsınamaz.
Bireyi şekillendiren unsurun başında her ne kadar aile gelse de nihayetinde ailenin olduğu muhiti kuşatan bir çevre vardır.
Sosyal ilişkiler ve toplumsal tepkiler, bu çevre tarafından şekillenir.
Ahlaki değerler, bireysel ilişkiler, eş-dost ve akraba etkisi, gelişim ve etkileşim açısından sosyalleşmenin ölçütlerindendir.
İyi bir çevre, zengin bir çevre değildir.
Sosyalleşmenin ve ahlaki ölçülerin normatif görevlerini kabul eden toplumdur.
Saygı ve sevginin, kişisel kazançlardan ve menfaat gibi beklentilerden üstün olduğu muhittir.
Eğitime gelince, ailenin ve toplumun değer yargılarıyla çelişmemesi en büyük beklentidir.
Eşyanın tabiatına uygun bir ahlakı, topluma kullanma kılavuzu gibi yerleştirme görevi eğitimin/eğitmenlerindir.
Bilgiyi putlaştıran bir anlayıştan çok; bilgiyi toplumsal ilerlemenin, erdem ve huzurun yaygınlaşması adına araç olarak görme yaklaşımı olgunluktur.
İnsanı, mana yönüyle yoğuran bir eğitim, eşyanın tabiatında “tevhidi” görür.
İnkardan çok inanca yol verir.
Eğitim ile irfanı, öğretim ile bilgiyi esas gören anlayış, bireyden topluma bir inşa hareketidir.
Müslüman bir fert; vahiy, sünnet ve bu yolun güzel yolcularının eğitimi ile şekillenmiştir.
Terminolojisinden inancına kadar gerek kültür gerek sanat olsun, her alanda bundan müstağni değildir.
Kendini, yetiştiği çevrenin ve eğitildiği yöntemin gölgesinde ifade eder.
İnkârın ve gayri İslamî söylem ve eylemlerin sözcüsü olamaz.
O çevrenin dilini ve yaklaşımını kullanması elbette garipsenir.
Bir zamanlar Osmanlı da Paris/Fransa hayranlığı, günümüzde batının egemenliğini benimseyen moda ve taklit hastalığını topluma kabullendirmeye varmıştır.
Tevhidsiz ve değersiz bir “pozitif bilimcilik”, inkârı sevdirir.
İnancı dışlamayı hedeflediğinden vahiy ve sünnet gibi inancı kuşanan bir temele sahip değildir.
Zaman zaman kendi normlarını, geçerliliğini yitiren olarak değerlendirdiğinden dolayı kendi putunu yiyen yaklaşımı sergileyip duruyor.
İnanç, bu yönüyle üçüncü etmen olarak bireyi sağlam bir temele, çevre ve eğitimle beraber saptırmadan geniş ufuklu kılıp dar ve sığ bir düşünceden koruyor.
İnancı dışlayan çevre, oluşan boşluğa başka bir değeri inanç olarak koyabiliyor.
İnancı dışlayan bir eğitimle oluşan boşluk, arayışlara gebe olabiliyor.
İslam’ı inanç olarak benimsemeyen çevre ve eğitim, bu boşluğun peşinde dolanıp duruyor.
İnsan, yeryüzünün neresinde olursa olsun bu üçlemenin inanç ayağını İslam ile doldurmazsa sürekli bir ruhi boşluk yahut inadî bir inkâr arasında bocalayıp durur.
Yüreği, onu bu emeline kavuşturuncaya kadar arayışı devam eder.
Hidayet, arayışın hamuru olduktan sonra dünya, içindekilerle beraber anlam kazanır.
Aksi halde inkarın, hüsranı her açıdan beraberinde getirmesi kaçınılmazdır.