28 Şubat’ın sert rüzgârı altında yapılan 1999 yerel seçimlerine karşı, iş arkadaşlarımın aksine duyarsızdım.
Kurumdaki arkadaşlarımızın çoğu İslamî ve sağ çevrelerden geliyorlardı. Fazilet Partisi adayı Melih Gökçek’i pek çok hususla ilgili olarak sertçe eleştiriyor ama destekliyorlardı. Zira, büyük resme bakmak lazım; Ankara’ya kök salmış CHP’nin hakkından gelebilecek başka bir Allah kulu yok, diyorlardı.
Gökçek’in o günlerdeki hizmeti ise herkesi hayretlerde bırakacak boyutlardaydı. Ondan önceki Ankara’nın harap ve karmaşık hâli için, “Babanın cenazesini mezara göm; üç gün sonra mezarını kaybet!” sözü bir tür simge hâline gelmişti.
Ankara nüfusu hızla yaşlanıyordu, dolayısıyla ölüm oranları yüksekti. Meşhur Karşıyaka Mezarlığı ise öylesine karmaşıkmış ki cenaze sahibi henüz mezar taşını yaptırmadan yakınının mezarını kaybediyordu.
Gökçek, bütün mezarların adreslemesini yaptırıp o günlerde henüz yaygınlaşan bilgisayar ortamına aktarmıştı. Ankaralı arkadaşlar, “Gökçek’in sayesinde ölü dedemin bile bir adresi var artık, buna oy verilir” diyorlardı.
Yaşı altmışa merdiven dayamış ve o yıl bizde ders başı yapan bir öğretmen, onları asık yüz ve hatta öfkeyle dinler, teneffüs bitince “Vay ahmaklar” der gibi “öğretmenler odası yüksek parlamentomuzu” terk edip sınıfa giderdi.
Bir gün beni yalnız yakalayıp görüşümü sordu. Gökçek’in görünen hizmetlerinin yanında sosyal hizmetlerinden söz ettim, özellikle bayram ziyaretlerine ilginin dibe vurduğu Ankara’da bayramlarda toplu taşımanın ücretsiz olmasını önemsediğimi epey ilgisizce söyledim.
Ve…
Kendimi bir anda adeta boğaz enfeksiyonu geçirmiş bir aslanla yüz yüze buldum. Hoca, çalıştığımız özel kurumun hassasiyetlerinden dolayı Sol’un propagandasını göze alamayınca sesini içeri bastırarak; “Bana ne ya elin dinî bayram ziyaretinden, bayram ziyareti yaptırıyorsa vergimden yapmasın, devletimin parası ile değil, babasının cebinden ödesin de göreyim” diye öfke içinde hırladı.
Hayret etmiştim, bir dizi hizmet türü içinde eskilerin Solcusu Hoca’ya en çok bayram ziyaretleri dokunmuştu.
O an aklıma babamın “Halk Partisi” vurgusu geldi. Seyda, Pakistan veya Türkiye fark etmez, Halk Partileri daima halkın inancının karşısındadırlar, derdi. Bu onun en meşhur peşin hükümlerindendi.
Ve o seçim sürecinde duyarsızlığım, en azından tiziz bir seçmenliğe evirildi.
Seçime karşı duyarsızlık, oy dengesinin hassas olduğu seçimlerde Halk Partisi’nin hanesine elbette katkıdır.
Kimse ne Halk Partisi değişti diye kendini kandırsın ne de geçersiz oyun her nasılsa hakkı desteklemek anlamına geldiğine inansın…
Yok öyle bir şey…
CHP, iktidar olma gibi yüksek bir menfaatin olduğu bir noktada bile tutumunu netleştirmiş değil, ya iktidarı bulduğunda ne olacak?
Mesele sadece İslamî yaşam tarzı da değildir. CHP yıllarca Refah Partisi çizgisindeki belediyelerin en çok sosyal hizmetlerini eleştirdi, öğrencinin bursuna, yoksulun kömürüne göz dikti.
Bugünkü sosyal hizmetler konusundaki ılımlı görüntüsünün altındaki nedenle İslamî yaşam konusundaki ılımlılık görüntüsünün altındaki neden birbirinden farklı değildir.
Kürt meselesindeki ılımlılık görüntüsü de öyledir.
CHP, son haline “menfaat baskısıyla” ikna olmuş laik, kapitalist ve ırkçı bir partidir. Özellikle laiklik ve ırkçılık konusunda fazlasıyla Selefçidir; o ilkelerden en küçük bir ödün veren üyesini döneklikle itham eder.
Buna “Öyle değil!” diyenler, lütfen Ankara Batıkent, İstanbul Şişli gibi semtlerde toplu taşımayı kullanıp siyasetten söz açsınlar…