Suriye meselesinin Ortadoğu denilen İslam âlemindeki tekmil dengeleri en az on kez alt üst ettiğini söylesem herhalde abartmış olmam.
Baas rejiminin halkına yönelik zulmü ve bu zulmün mutlaka sona erdirilmesi gerektiği hususu, işin esas kısmını teşkil etse de süreç içerisinde takip edilmesi gereken usul konusunda İslam dünyasında ciddi fikir ayrılıkları ortaya çıkmış, hatta bunun üzerinden öz be öz kardeş camialar arasında kırgınlıklar dahi yaşanmıştır.
Geldiğimiz noktada hükümetin de esas itibarı ile değil de usul noktasında başta durduğu gibi durmadığı çok açık.
Hükümetin; Kobani üzerinden koparılan fırtınayla hedeflenenlerden birinin de Türkiye’yi Suriye iç savaşına müdahale ettirme olduğunun farkında olması, sevindiricidir
Hükümetin gerek yerel gerekse de küresel tahrik ve kumpaslar karşısında bizim de dikkatleri mütemadiyen çektiğimiz hususlarda ihtiyat içinde olması ve bu tavrını devam ettirmesi gerekir.
Çünkü Suriye sahası Türkiye’yi felaketlerin eşiğine getirecek tuzaklarla doludur.
Uluslararası ilişkilerde belirleyici olan maalesef ilkeler değil, çıkarlardır.
Çıkar endeksli politikalar, özellikle Ortadoğu’da ittifak ve anlaşmaların değişkenliğini de beraberinde getirmektedir.
Bu değişkenlik öyle bir hızla hareket etmektedir ki ittifakların ömrü bazen bir saate kadar inebilmektedir. ABD ile arası çok iyi olan Güney Kürdistan yönetiminin bağımsızlık ilanı ve kendi petrollerini dünya pazarlarına sunma kararından hemen sonra ABD ile ters düştüğü biliniyor.
IŞİD’in Musul çıkarması öncesi tavan yapan Türkiye-Güney Kürdistan ilişkilerinde ise IŞİD’in Kürdistan’a yönelmesi sonrası bir kırılma yaşandığı da sır değil. ABD yakınlığına paralel olarak İran’a mesafeli duran Güney Kürdistan yönetimi ile İran arasında IŞİD karşıtlığı üzerinden bir yakınlaşma yaşandı-yaşanıyor.
İran’ın Esad’la ve dolayısıyla da PYD ile irtibat halinde olduğu öteden beri biliniyor.
Türkiye’nin tezkere ve tampon bölge fikrinden rahatsızlığını gizlemeyen PKK-PYD’li çevrelerin benzer bir rahatsızlık yaşandığını düşündükleri İran’a bu süreçte göz kırptıkları da dikkatlerden kaçmıyor. Hatta HDP sözcülerinin bugünlerde Türkiye’nin Kobani’ye koridor açmayı kabul etmesini, İran faktörü üzerinden değerlendirdiklerine de sık sık şahit oluyoruz.
Daha birkaç ay öncesinde sosyal medya üzerinden “İran Kürtleri idam ediyor” yaygarası eşliğinde her gün İran’a küfredenlerin bugün İran güzellemelerinde bulunmalarının hangi ahlak ölçüsüne sığdığını sorgulamayı gereksiz görüyorum.
Çünkü olmayan bir ölçüyü sorgulamak abesle iştigaldir.
İslam’a, Müslümanlara ve İslami şiarlara yönelen hayâsızca saldırıların tavan yaptığı bu dönemde, İslami camiaların birliktelikler kurmalarının önünde engel gibi görünen şu hususlara dikkatleri celp etmekte fayda görüyorum:
Suriye meselesi üzerinden HÜDA PAR camiasına eleştiride bulunan kimi kardeşlerimiz, PKK-PYD’nin bu vasatta insafına sığındığı Esad-İran cephesinin istememesi halinde, PKK’li çetelerin bu camianın binalarına tek bir çakıl taşı dahi atmaya cesaret edemeyecekleri hususunu umarım ıskalamamışlardır.
Evet, iddia edildiği gibi HÜDA PAR-İran arasında organik bir ilişki olsaydı sanırım PKK, ipini elinde bulunduran devletlerden biri olan İran çekincesi ile herhalde 6-7 Ekim katliamına cesaret edemezdi.
HÜDA PAR, bulunduğu bu zor coğrafyanın dengelerini ve dinamiklerini iyi bilmektedir.
Ayrıca dış politika dâhil olmak üzere her konuda çıkar ya da reel politik kavramlarının arkasına sığınmayıp şiddetli eleştirilere muhatap olmayı göze alarak ilişkilerde adalet prensibini merkeze almaya çalışan bağımsız ve bağlantısız bir harekettir.
İşin hakikatinde şu anki konjonktürde ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamamasının ana nedenlerinden biri de budur.
İran ve Lübnan Hizbullahı’nın Suriye meselesindeki tasvip etmediğimiz politikalarını dile getirirken onları tekfir etmeme konusunda gösterdiğimiz özenin aynısını IŞİD’in tasvip etmediğimiz zihniyet ve icraatlarını dile getirirken de göstermeye çalışıyoruz.
Her türlü baskıya rağmen tekfirin bir diğer çeşidi olarak gördüğümüz IŞİD’İ terörist ilan etmeyi ise gereksiz görüyoruz.
Bu tavrın dört dörtlük bir tavır olduğu iddiasında olmadığımız gibi cerh ve ta’dile ihtiyaç duyduğunu da elbette kabul ederiz.
Ancak, küfrün bütün şiddeti ile İslami varlıklarımızı hedef aldığı, gözü dönmüş barbar sürülerinin beyinlerimizi ezdiği, her gün şehid haberlerinin geldiği bir zaman diliminde “Ruhamau beynehum” sırrına ermemizin önündeki bütün engelleri aşmamız gerektiğini düşünüyorum.
Yoksa küfrün hiçbirimizi ayırt etmeden yok etmek istediğini çok daha ağır bedellerle öğrenmek zorunda kalacağız.