Kemalizm, Baas ya da Apoizm.
Nüanslarla birbirlerinden ayrılan yönleri olsa da çok önemli bir ortak paydaları var: “Tekçilik”
Bir diğer ifade ile kendileri dışındaki hiçbir yapıya hayat hakkı tanımamaları.
Bunu gerçekleştirirken de yararlandıkları yöntem aynı:
Stalinist, tepeden inmeci.
Tek parti faşizminin zulümlerini, cürümlerini hatta insanlığa karşı işlediği ağır suçları bilmeyenimiz yok.
Mişel Eflak'ın Baas bataklığından üreyen Saddam ve Hafız Esad gibi sivrisineklerin katliam sicilleri de ortada.
Pkk'nin son otuz yıllık çatışmalı süreçte nasıl vahşetlere imza attığı da bilinen bir gerçek.
Özellikle HdPkk'nin “seküler güçler” güzellemesi veya “büst hassasiyeti” ile Kemalizme olan gizli sevdasını ilan-ı aşka dönüştürdüğü kamuoyunun dikkatlerinden kaçmamaktadır.
Devletin de bütün itirazlara rağmen ısrarla Pkk'yle muhatabiyet kurması, bu aşkın karşılıksız olmadığı anlamını taşımaktadır.
Pyd, Suriye meselesi ile oluşan boşluktan istifade ederek Suriye Kürdistanı'nda “devrim” yaptığını söyleyedursun; cümle alem, Pyd'nin göbekten bağlı olduğu Baas yönetiminin sınırlarını belirlediği ölçüler içinde hareket ettiğini çok iyi bilmektedir.
Bu husus sadece Suriye ile sınırlı değil, Türkiye için de böyledir.
Örgüt, devletin izin verdiği, görmezden geldiği, seyrettiği kadarıyla kendisine hakimiyet alanı tesis edebilmiştir.
Örgütün kendi dışındaki yapıları şiddet ve vahşetle tasfiye etmesi, ilgili devletler tarafından görmezden gelinmekle kalmamış, bizatihi teşvik dahi edilmiştir.
Belki yeni Türkiye'ye haksızlık yapmamak gerekir, konsept değişikliğine giden devlet, 6-7 Ekim katliamı ve 27 Aralık Cizre katliam girişimleri örneklerinde olduğu gibi olayları sadece seyretmekle iktifa etmiştir.
Bu tavrın hikmeti, “Bırakın birbirlerini yesinler” mantığı mıdır, yoksa “Halk, örgütün gerçek yüzünü görsün de devleti mumla arar hale gelsin” mantığı mıdır, ya da her ikisi midir, bunu zaman gösterecek.
Fakat kesin olan bir şey var ki o da şu temel düsturun sürekli geçerli olduğudur:
“Gayr-ı meşru tarik zıdd-ı maksuda gider.”
Yani meşru olmayan bir yolla başarı elde edilemeyeceği gibi, hedeflediğin şey ne ise tersine döneceği gerçeğidir.
Üzülerek belirtelim ki sayısız tecrübeler göz önünde olduğu halde, sadece laik devletlerin değil, kimi Müslümanların dahi buna tevessül ettiklerini, üstelik bunu güncel siyasetin olmazsa olmazı olarak kabul ettiklerini müşahede ediyoruz.
Kurtlar sofrasının bu şeytani denkleminde meşru siyaset zemini içinde hareket etmeyi ilke edinen HÜDA PAR'a bu pragmatist bakış açısıyla bakmak, HÜDA PAR'a yapılacak en büyük haksızlık olur.
HÜDA PAR başta olmak üzere savunmasız olan dindar halk kesimlerinin verdiği varlık yokluk mücadelesini bu reel politik üzerinden okumak, her şeyden önce gömleğin ilk düğmesini yanlış iliklemektir.
Bu kapsamda Başbakan başdanışmanı Sn. Hatem Ete'nin 16 Ocak tarihli Yeni Şafak'taki köşe yazısının HÜDA PAR'la ilgili olan şu kısmını çok ciddi bir talihsizlik olarak değerlendirdiğimi belirtmek istiyorum:
“...Cizre'deki olayların esas müsebbibi örgüt olmasına karşın, HÜDA-PAR'ın da olayların büyüyüp devam etmesinde dahli olduğu anlaşılıyor. HÜDA-PAR, Cizre'de örgüte gösterdiği dirençle, meşru müdafaa üzerinden silahı tekrar tedavüle sokma, örgüte mukavemet göstererek siyasi meşruiyet devşirme ve bölgede PKK'nın oluşturduğu hegemonyaya karşı toplum ve devlet nezdinde alternatif bir adrese dönüşme hesabı güdüyor...”
Gerek 6-7 Ekim'de gerekse de Cizre'de devlet, silahlı çetelerin dindar halka saldırılarını engellemiş olsaydı o zaman bu satırların belki bir haklılık payı olurdu.
6-7 Ekim'de 48 saat, Cizre'de ise 7-8 saat esamesi bile okunmayan bir devleti özür beyanında bulunmaya zorlamak gerekirken semavi dinlerin tamamında ve evrensel hukukta kutsal bir hak olarak ifade edilen “Nefs-i müdafaa”yı “siyasi meşruiyet devşirme” olarak adlandırmak, devleti aklama çabasından başka bir şey değildir.
Selam ve dua ile...