“Sokağa in yavrum!” “Sokak ne baba? O cadde, cadde! 116. cadde” dedi çocuk. Evet, anladım ki yoksulların şehrinde bıraktık, yoksulluğun eline bıraktık anılarımızı, “yoksullukta” yok ettik hatıralarımızı. Nasıl inandıracaktık çocuklarımızı sokağımıza; cıvıl cıvıl sıcaklığına.
Aklıma bir fikir geldi. Siteye eski sokak efektleri düzeneği kuralım. Bağrışan, oynaşan, gülüşen çocuk sesleri… Güvenliğimize de halel gelmemiş olur böylelikle. Ya da çocuklarımızı da alır kara gözlüklerle, kara camlar ardında, kara giyinmiş adamlar nezaretinde esmer çocukların sokağına gideriz. Seyrederiz camların arkasından onlara hiç görünmeden. Geniş araçla dar sokaklarda yol almanın sıkıntısına katlanırız belki. Ama olsun!
Görünmeyecek kadar camı da indiririz. Sokakta buram buram yayılan rutubet kokusunu ciğerlerimizin derinliğine çekeriz. Rutubetin buralarda neden güzel koktuğunu anlatırız çocuklarımıza.
Kirlenmenin ne güzel şey olduğunu görsünler “tertemiz” çocuklarımız. Kirlendiğimizi görsünler. “Dizi çekmeye mi gelmişler” diye söylenen yaşlı kadınların ruhlarının çocukları nasıl da gölgelediğini, koruduğunu görsünler ruhsuzluğumuza inat. Biraz “metafizik” görsünler. Şakalı kavgaların, kavgalı şakalara karışarak çoğaldığını... Çocukların “çok” olduğunu görsünler. Pencerelerden pencerelere açılan “pencereleri” görsünler. Pencereden pencereye haberleşenleri de... İlkel olsa da ilk elden görsünler sokağı. Anlatılarımızı Google’dan sorgulatıp istihza edeceklerine, Makul Dede'den dinleyip izan etsinler.
Uzun-ince, kısa-dar sokaklarda ruhların nasıl da genişlediğini görsünler; duyguların nasıl da büyüdüğünü ve cem olduğunu bilsinler. Maksat biraz “metafizik” görsünler.
Roman nasıl olurmuş bilsinler; roman nasıl yazılırmış, hatta nasıl yaşanırmış görsünler. Mutluluğun koklattığı tüm ter kokularının çok güzel koktuğunu görsün çocuklarımız. Ete-kemiğe, bedene-ruha bürünmüş sinema afişlerine baksınlar; yürüyen konuşan afişlere...
Bu sokağın çocuklarının, diğer çocukların annesinin, babasının, ablasının, dayısının, dedesinin hatta Almanya'daki teyzesinin ismini bile bildiklerini bilsinler. Uzaktaki teyzelerinin ismini unuttuklarına utansınlar. Peynirin ekmeğe katık olduğunu, yalın ayakların çıplak bedenlerin her zaman üşümediğini çıplak gözlerle görsünler. Geniş bulvarlarda daralan ruhlarımızı, korunaklı kocaman sitelerde küçülen “dünyamızı” öğrensinler.
Sadece okula, kursa, dershaneye, etüde, özele, fiziğe, müziğe giderek öğrenilemeyeceğini öğrensinler hayatın. Sarı renkli kapıya telaşla üşüşen kadınların yüzündeki sevincin bir “doğum sancısı” sevinci olduğunu anlasınlar; bir Muhammed öncesi sevinç, bir Zeynep öncesi sevinç...
Dua dua kıpraşan dudaklarla birlikte raks eden “ak sakalların” yeri gök ile rapt eden muhkem sicimler olduğunu bilsinler. Yani biraz “metafizik” öğrensinler biraz “metafizik” duysunlar. İnsanın insanın yurdu olması için geniş yollara değil; dar sokakların geniş yüreklerine ihtiyaç olduğunu görsünler ki yürekleri yurt edinmeyi öğrensinler ve en muhkem yurdun yürekler olduğunu bilsinler.
Belki o zaman camları tam indirip gözlükleri de çıkarırlar. Hatta kapıları açıp ayaklarını çamura bile bulayabilirler, yüreklerini de çocuklara... Bir avuç telefona sığdırılan dünyanın ağırlığına mukabil bir sokağa serilen hayatın ne kadar hafif olduğunu görürler belki.
Evet, dostlar bizler dişimizle tırnağımıza medeniyet inşa ettiğimiz sokağımızdan “hazır medeniyet” kondurulmuş metropollere taşındık. Hiç terlemeden, üzülmeden ve koşturmadan inşa edilmiş medeniyetin kucağında büyüttük bebeklerimizi. Ne sokağımıza dönecek yüzümüz ve mecalimiz kaldı ne de sitelerde yaşanacak huzurumuz...