‘İnsan memleketini niye sever?
Başka çaresi yoktur da ondan…’(1)
Açıkçası güzel bir replik ve kader olan coğrafyanın insanın yüreğinde oluşturduğu aidiyet hissinin tezahürü aynı zamanda. Ancak gözden kaçan durum şu ki, replikteki önermenin tersinin de doğru olduğu durumudur. Evet, coğrafyasız kaderler, başka çareleri olmadığındandır.
Neyse ki imtihan faktöründe herkesin kaldırabileceği kadarı ile yüklenilme gerçeği bulunmaktadır. Burada imtihanlar arası yapılacak bir kıyas elbette pek anlam ifade etmeyecektir. Ancak işin batini tarafını bilemediğimizden zahirine odaklanmak durumundayız. Bu da mültecilerin travmatik serüvenlerinin onlar açısından ağır bir imtihan olduğu gerçeğidir. Bizim de üzerimize ciddi bir sorumluluk yükleyen bu gerçeğin bir diğer boyutu da buna dair yükümlülüklerimizi yerine getirmediğimiz takdirde uhrevi boyutunu hafif atlatamayacağımız gerçeği olacaktır.
İltica etme durumunda kalmak her insan için ağır geçmektedir şüphesiz. Doğduğu, büyüdüğü, aidiyetini hissettiği, umutlarını ve geleceğini üzerine yatırdığı ve her alanda +1 avantajlı sayıldığı vatanından dışarıdan bir baskı ile çıkmak zorunda kalmak; dilini, insanlarını, şartlarını bilmediği, her alanda -1 dezavantajlı sayılacağı başka bir yere bütün kaygılarının ağırlığı ile gitmek durumunda kalmak… ‘İnsanı, bilinmeyenin dokunuşundan daha çok korkutan hiçbir şey yoktur’(2) ve işte kendini hemen her alanda bu bilinmeyen ırmağın kollarına bırakmak durumunda kalmaktır belki de mültecilik. Bildiğimiz tablo ağır görünmeye başladı işte şimdi, yalnız bu tabloya mülteci bir çocuğun gözüyle bakabildiğimizde durumun vahameti daha da artmaya başlayacaktır. Hele ki refakatsiz göç etmek durumunda kalmış bir çocuğun gözünden ise bu tablo, açıkçası olaya bakabilecek kadar ‘ağır’ bir repertuarımızın olduğunu düşünmüyorum.
Her safhada bağımlı olan bu çocukların her birinin kendine göre 3 hikâyesi vardır: göç öncesi hikâyeleri, göç esnasındaki hikâyeleri ve göç sonrası hikâyeleri. Göç öncesindeki düzenli diyebileceğimiz yaşamları ile mutlulukları ve bunun yavaş yavaş ailenin üzerine çöken tedirginliğe evrilmesi. Burada aile bireylerinden ve özellikle birinci dereceden kaybedilen yakınların ya da yaralanmaların oluşturacağı travmayı saymaz isek tabii. İkinci olarak göç esnasındaki hikâyeleri ki, her şeyi artlarında bırakıp bin bir çile ile tel örgülere koşmak, botlar ve teknelerle okyanus ve deniz sularına dalmak ya da en iyi ihtimalle şartları elverişsiz kamplarda yaşamak durumunda kalmak. Yine burada kıyılara vuran ya da katil silahlarla vurulan bedenlerden olmamak veyahut buna şahit olmamak durumunu saymaz isek tabii. Ve son olarak göç sonrası hikâye ise hâlâ ölmemişliğin vermiş olduğu nefese yeni nefessizlikleri ekler. Bu süreçlerden geçmiş olmanın vermiş olduğu bireysel ruhsal sıkıntılar, ailevi problemler, dil, sağlık, barınma, adaptasyon, toplumsal dışlanma, çocuk işçilik ve evlilikler, eğitim ve daha nice sorun ve sıkıntılar… Ve ne yazık ki çocuk mültecilerin sayısı azımsanmayacak bir seviyededir. Yalnızca Türkiye’de bu sayı 1 buçuk milyondan fazladır ve Türkiye’deki tüm mülteci sayısının %45’inden büyüktür.
Şimdi bu travmalardan geçmiş bir çocuğu ele alalım. Aidiyet duygusu yarım kalmış, dünyaya siyah bulutların ardından bakan ve sırtında göremediğimiz koca bir yükle dolaşan bir çocuk. Bu çocuktan sağlıklı bir kişilik yapısı kurmasını, güvenli bağlanmasını ve gelişim dönemlerini olumlu atlatmasını bekleyebilir miyiz? Eksik kalmış ve muhtemelen kalacak olan bir çocuk. Bu çocuğun insani ve İslami hakları kendisine verilmeden bu çocuktan dostane nasıl bir tavır bekleyebiliriz?
Allah (c.c.) bizi affetsin, her birimizin siyasi eleştirileri ve istatistiksel veri analizlerini ve sosyal medyada arada trend oldukları için duyar kasmalarımızı bırakıp kendi bireysel hesabımızın derdine düşmemiz gerekir artık. Olan oldu, şehirler yıkıldı ve kan ile gözyaşı göğün mahzun yüzünden akan yağmurları geçti. Ancak asıl soru şu ki, en tepeden seçtiklerimizden bize ininceye değin hangimizin ‘ensar kardeşliğini’ anlatmaya yüzü kalmıştır artık? Dinlenilmesi gerekenler dinlenilmedi ve orayı onlara emin bir belde kılamadık, tamam. Peki ya burayı neden onlara karartıyoruz durmadan? Edebiyatımız, menfaatlerimizin gittiği yerden daha uzağına gidebiliyorsa da icraatlerimiz gidemiyor maalesef.
‘Yazık ki, uzaktır kuşları sokaklarıyla bizim olan şehir’(3) ve yine yazık ki, sokakların uzaklığına dokunamadıksa da kuşları yakın edebilirdik.. Derin bir ah ve alınan nefes ile gelen bilinç: halen -nefes alabiliyor isek- bireysel bazda da olsa değiştirilebilecek olan için atılabilecek adımların imkânının bulunduğu gerçeğidir. Öncelikli olarak zihin dünyamızı İslamileştirmemiz ve hayatın her alanına bu bakış açısıyla bakmamız gerekir. Oluşturulan kirli algılardan sıyrıltarak kendimizi mülteci olayına Müslümanca bakmalıyız. Gerisi zaten bu pencereden en adil ve insani şekliyle gelecektir.
‘Siyasi olarak İslami bakış açısıyla bakmak, maslahatı gözetmek, hamasilikten uzak durmak; kalbi olarak onlar için dua etmek, kardeş görmek, merhamette bulunmak; düşünsel olarak haklarını savunmak, kirli algılardan kurtulmak, faydalarına odaklanmak; pratik olarak güvendiğimiz bir vakıf aracılığıyla yardımlarda bulunmak, komşuluğumuz varsa en güzel şekilde geçinmek, dertlerine ortak olmak ve daha nice uzatabileceğimiz şekilde davranmak…’
Ayrıca mülteci çocukların işlemlerinin hızlı yapılıp sağlıklı yurtlara yerleştirilmeleri, kendilerine erken bir şekilde vasi tayin edilmesi, yurtlardaki personelin buna uygun eğitim almış olması, psikolojik destek sağlanması, mülteci sorunları ile ilgili meclislere sözcülerinin de bulundurulması gibi mülteci çocuklar yararına bir dizi kapsayıcı ve sorunların kalıcı çözümüne dayalı önlemler alınabilir. Bu kapsamda mülteci ebeveyn, okul idaresi, rehberlik servisleri ve dahi MEB bünyesinde bu alan ile ilgili bilinçlendirici seminerler yapılabilir ve çözüm odaklı adımlar atılabilir. Özellikle asimilasyona uğramadan kendi dilleri ile beraber Türkçe derslerine ağırlık verilebilir. İşin uzmanları tarafından daha çoğaltılabilecek nice çözümler bulunabilir elbette biz son olarak şunu söyleyelim; 18 yaşına geldikten sonra bağımlı olmamaları adına çalışma izinleri verilerek işlerinin kolaylaştırılması devlet ve mülteci çocuklar için karşılıklı bir iyilik hali olacaktır.
Demem o ki, zor değil inanın. Asiman kapılarında misafirlerini bekliyordu o gün. Yerin yüzünde mazlumlara kurban eti dağıtanlar göğün yüzüne süzülüp gittiler. Hangi amel bizi cennete ulaştırır bilemeyiz. Ve yine önermenin tersi de doğrudur, maâzallah.
Rabbim onların da bizim de imtihanımızı kolaylaştırsın. Bizi kardeşlerine yardımcı olan, yük olan değil yük kaldıran kullarından eylesin inşaAllah…
Söz&Kalem - Hüseyin Titiz