Duyarsa alınır babam ama önemli bir konunun anlaşılması için bunu söylemek durumundayım. Hani çocuklara hep: “Anneni mi babanı mı daha çok seviyorsun?” sorulur ya. İşte benim cevabım hep annem oldu. Dahası ben uzun bir süre, bu durumun sadece bana has bir durum olmadığını, herkesin de benim gibi olduğunu düşünüyordum.
“Babamı daha çok seviyorum” diyenle ilk karşılaştığımda çok şaşırmıştım. Sonra zamanla bu sözü başkalarından da duyunca mesele kafama dank etti. Yanlışım şuydu: Anneme babamdan daha fazla bağlı olmamı ben, annelik ve babalık konumuyla ilgili bir şey sanıyordum. Yani eğer babam annemden bin kat daha bizi sevip bizimle ilgilense de insanın ruhuna nakşedilen sevginin “anne sevgisi” olduğunu düşünüyordum. Oysa mesele annelik veya babalık değil, bizzat anne ve babanın kendisiymiş. Zira babalarını sevgi tahtına çıkartanlara didinme, sevgi ve şefkat hususlarından bahsedilince onlar, daha çok babalarını hatırlıyorlardı.
Gelgelelim asıl meseleye. Malumunuz bu çağ “çocuğumuz bizi dinlemiyor, biz çocuğumuzu kaybettik.” cümlelerinin altın çağıdır. Herhalde bu çağ kadar anne-babaların, evlatlarından çektikleri başka bir çağ olmamıştır. Bir nevi, çocukların zalim devrinde yaşıyoruz desek yeridir. Ama acaba suç sadece çocukların mı? Kim kimi kaybetti? Acaba biz onları kaybetmeden çok önce, onlar bizi gerekli gereksiz dünya meşgalelerimiz içinde kaybetmiş olmasınlar mı?
Bilindiği üzere çocuk için, anne ve babanın her şeyden önce olduğu bir dönem vardır. O dönemde anne ve baba çocuk için kutsal iki varlık gibidir. Sonra yaş ilerledikçe başkaları da çocuğun yanında önem kazanır. İlkokulda öğretmen, önem piramidinin zirvelerinde görünür. Gençlik döneminde, arkadaşlar o zirvelerde her kim varsa hepsini aşağı indirmeye çalışır. Kimileri aşağıya kadar yuvarlanır, kimileri de eteklerde tutunmaya çalışır. Bunlar aslında bir yere kadar normal şeyler, anormal olan, anne ve babanın kaybettikleri yerlerini bir daha alamamaları.
Bunun sebepler yelpazesi oldukça geniştir. Bize lazım olan bir anne-baba olarak bizim ile ilgili kısmıdır. Ben niye annem diyordum? Zira ben, bizim (on üç kardeşiz) sıkıntımızın tamamına yakınını annemin çektiğini görüyordum. Sıkıntı ki ne sıkıntı… Sadece şu kadarını söyleyeyim. Bulaşık, çamaşır, banyo suyu; yemek, hamur, içme suyu; elliye yakın koyunun içme suyu… Bunların hepsi de hiç de yakın olmayan köy çeşmesinden sırtta taşınırdı. Gerçi annemin iki eltisi daha vardı ama iş de sadece su değildi ki. Bütün bu yoğunluk içinde bizim yaramazlığımız da cabası. İşte, annemin işten çektiği ve bizim de ekstradan ona çektirdiklerimizdir şimdi annemi gözümde büyüttükçe büyüten.
Ayrıca, güzel çocukluk anılarına gittiğimde de yine daha çok annemle karşılaşıyorum. Çamurdan değişik hayvanlar yapıp sobada kızartarak ilkel de olsa bize hayvan oyuncaklar yapardı. Gelinlik dolabını açtığında dünyalar bizim olurdu. Biliyorduk oradan bize bir iki bisküvi, bir lokum ya da pestil, kuru üzüm nevinden bir şeyler verecek. Ya onun kış gecelerini ısıtan masalları… Hâsılı, annemizin nefesi vururdu yüzümüze, teni değerdi tenimize, onun kucağında ısınırdık, onun kollarında, sırtında yol aldık uzun süre.
Bunları niçin anlatıyorum? Çünkü bunlardır sonradan evden ayrılacak çocuğu ruhen eve bağlayacak olan. Ortak bir geçmişin yoksa ortak bir geleceğin de olamaz. Tek çatı, tek kapı değil, bahsettiğim duygusal ısınmadır aile bireylerini kaynaştıran. Peki ya şimdiki anne- babaların durumu… Tam bir fecaat! Televizyon, anne ve babalar için şirin bir çocuk; çocuklar için de güleç bir anne ve baba olmamış mı? Gâh ebeveynlerin izlemeleri farz (!) dizileri olur, çocuk bir köşeye atılır gâh onların mutlaka yapılacak işleri(!) vardır, bu defa da sussun diye çocuk televizyonun önüne atılır.
Ya bu akıllı telefonlar, Neuzzubillah! Şöyle her şeyden azade yarım saatlik aile içi sıcak bir çay sohbetine zaman ayıramayan anne-babalar, sosyal medyada saatlerce çay ikram edip kahve alıyorlar. Maşallah, dostlarla ne sohbetler, ne sohbetler! Tabi, çocuk da ya televizyon ya da bilgisayarın soğuk metalik kucağında. Arıca çocuğuyla oynayacağına, çocuk gibi telefonda oyun oynayan babaların sayısı da hiç de az değil.
Evet, aile içi vaziyetimiz bu. Bu durumda çocuk sana nasıl bağlansın, nasıl bulduğu ilk fırsatta sana başkaldırmasın ya da o çocuk büyüyüp evden ayrılınca seni nasıl hatırlasın. Varsayalım ki hatırladı, senin hangi görüntün onda şefkat, sevgi, vefa ocaklarını kaynatsın.
Şimdi durup tekrar sormak lazım: En az bizim kadar onları da yakan bu uğursuz ayrılığın sebebi kim, ne? Bu elvedasız gidişte, biz zavallılar mıyız onları kaybeden ya da o zavallılar mıdır bizi çoktandır kaybeden? Sen bu parçalanmışlığın sadece seni mi kahrettiğini sanıyorsun? Sen, çocuklarından bir çocuk kaybetmişsin ama o asla ikincisi olmayan biricik babasını kaybetmiştir.
Şunu da buraya not etmek durumundayım. Evet, babaların da annelerden daha çok sevildiği artık benim de malumum. Ama yine de bence -belki de kesinlikle- daha çok sevilmesi gerekenler annelerdir. Bu, kendi çocuklarım için de geçerlidir. Onların benden daha çok annelerine bağlı olmalarını isterim. Kaldı ki ilahi telkinler de bu meyanda. Eğer bunun tersi bir durum bir ailede söz konusuysa kadının oturup başını iki elleri arasına alarak nerede hata yaptım, diye düşünmesi lazım.
Umarım şimdi alınganlığınız geçmiştir babacığım! Hürmetle mübarek ellerinizden öperim.