Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a; salât ve selam da Rasûlullah'a olsun.
İnsan… Şu karmaşık varlık… Benim de, sizin de içinde olduğumuz şu gepgeniş aile… Âdem Baba ile Havva Ananın evlatları… Ve bizler; yani anne-babasını örnek almayı bir türlü beceremeyen yaramaz evlatlar… Her iyi şeyi geciktiren ve belki her kötü şeyde acele eden bizler… Hatasını kabul etmeyip hep başkasına yükleyen bizler… Hz. Âdem ve Hz. Havva'nın, hatalarını anlar anlamaz hemen yana yakıla tevbe ettiğini aklına getirmeyen ve hatalarından hep başkalarını sorumlu tutan bizler…
Günümüz insanının çoğunun, belki kendimizin de hatalarımıza hep birilerini sebep gösterdiğimiz aşikârdır. Bunun temelinde yatan sebep nedir acaba? Kabil'den günümüze kadar hatalarına başkalarını sebep göstermek, insanların kaderi midir?
Bazen, hatalarının müsebbibi olarak kendini gören ve hatasından hemen dönenlerin Hz. Âdem ve Havva'da kaldığını düşünmüyor değilim; bir de peygamberler tabii ki. Olayın çözümü için bir psikolog edasıyla çocukluğumuza indiğimizde, başkalarını suçlamanın çocukluktan gelen bir alışkanlık olduğunu görüyoruz. Çocuk yere düşer; yere ceza kesilir. Çocuk her uyarıya rağmen elini sobaya değdirir; soba suçlu olur. Çocuk başını sehpaya vurur, sehpa dayak yer. Hemen yargısız infaz başlar: “Sehpa! Sen mi vurdun benim çocuğuma. Al sana al sana!” diye sehpanın savunması alınmadan ceza infaz edilir. Burada sehpa hakları savunuculuğu yapmıyorum elbette. Ama olayı dikkatle incelersek, çocuk sussun diye kaç tane kötü huy bulaştırıyoruz çocuğa. Birincisi; kendi suçunu hep başkalarına yükleme hastalığı ki, yedi aylıkken kazanılan bu huy, yetmiş yaşında bile devam eder. Birkaç saniye az ağlasın diye çocuğa ömür boyu taşıyacağı böylesi berbat bir huy enjekte etmek hangi vicdana sığar?
İkincisi, o tertemiz dimağın yalanla tanışıp, yalanla huzur bulup, yalana alıştırılması. Sehpa çocuğa vurmadı, soba çocuğu yakmadı; çocuk onlara yaptı ne yaptıysa. Ama ‘sen mi yaptın' diye başlayıp yalanla çocuğu susturuyoruz ve ileriki yaşlarda çocuktan sadakat bekliyoruz. Yarın okulda arkadaşını dövecek ve eve gelip o arkadaşından dayak yediğini söyleyecek. Biz de yalan söylüyor diye üzüleceğiz. Hayıflanarak ‘Ben bu çocuğu tertemiz yetiştirdim ama okulda bozuldu. Hep o öğretmenin yüzünden.' diyeceğiz. Gördünüz mü? Suçlu öğretmen oldu. Bu suçlu, kötü bir arkadaş da olabilir. Ama asıl suçlu sensin annesi! Sen yalana alıştırdın çocuğunu babası!
İnanın sehpayı dövmekle, ‘bak çarpıştınız; belki sehpanın da canı yanmıştır.' diyerek çocuğun dikkatini şefkate celb etmek arasında zaman olarak hiçbir fark yok.
Üçüncü zararı ise çocuğu husumete alıştırmak. Birkaç defa aynı eşyayı dövün, bakın o çocuk o eşyaya nasıl düşmanca davranıyor. Peki ya bu hastalık onunla mezara kadar giderse? Ve bu defa masayı, sehpayı değil de düşmanlık beslemek için insanları seçerse? Hele de düşman telakki edilen bu insan, bir mü'min kardeşse? Sonra ‘vay efendim neden ümmet olamıyoruz.'
“Kıyamete kadar gelecek neslimizi birbirinden hayırlı eyle ya Rabbi!” diye dua ediyorsak, işe önce kendimizden başlamalı, en başta bize zarar veren sehpaları belirlemeli ve hatalarımızı kendimize yüklemeliyiz. Rabbimiz ‘Size bir iyilik dokunursa Allah'tan, kötülük gelirse nefsinizdendir.' buyurmuyor mu? ‘O kötülük benden kaynaklandı, benim hatamdı.' diyebilmeliyiz. Neslimiz için de sehpaları dövmeyi bırakıp olayın kökenine inmeli ve çocuğumuza hatasını güzelce anlatmalıyız. Eşyaya güzel bakmak da unutulmuş sünnetlerdendir. Efendimiz(asv) Hz. Osman ve Hz. Ebu Bekir'le Uhud Dağı'nın üstündeyken dağ sallanır. Ve buyururlar ki: “Uhud bizi sever, biz de Uhud'u severiz.” Yine “Sakin ol ey Uhud! Üstünde bir Nebi, bir sıddık, bir de şehid var.” buyururlar.
Zannetmeyelim ki sadece çocuk ağlar. Allah dilerse bir hurma kütüğü de ağlar ve onlarca şerefli, kerem sahibi insanı da ağlatır.
Kusur aynamızı kendimize çevirmemiz ve hayırlı nesiller inşa etmemiz duasıyla. Rahman'a emanet olunuz.