14.yy’da yaşayan ve sosyolojinin kurucusu olarak görülen Müslüman düşünür İbn-i Haldun, Mukaddime adlı eserinde coğrafyanın insan ve toplumları şekillendirdiği tezini ileri sürer. Coğrafya, insanların renk, ahlak, beden, ekonomi ve beslenme alışkanlıklarını, kültürünü şekillendirir. ‘Coğrafya kaderdir’ veciz sözü kendisine aittir.
Tarih ve günümüz bu tezi doğrular mahiyettedir. İnsanoğlu kendi eşini, işini, ortağını seçebilir; ama hangi zamanda ve hangi coğrafyada doğacağını, ırkını, konuşacağı dili, anne-baba ve akrabalarını seçme hakkına sahip değildir. Kendisine sorulmadan gözlerini açar, anne-babası, köyü-şehri, dili-ırkı vs. hepsi hazırdır.
Coğrafya, bir toplumu maddi ve manevi açıdan şekillendirir. Denizi ve tatlı su kaynakları olan, petrolü ve yeraltı kaynaklara sahip, iklimi ılıman ve yaşamaya elverişli, ana yollara yakın, tarihte büyük imparatorlukların ve kadim medeniyetleri merkez olan bir coğrafyada yaşamak ile bu faktörlere sahip olmayan bir coğrafyada yaşamak bir olamaz.
İnsanlar, başkalarına muhtaç olmadan ihtiyaçlarını rahat karşılayabilecek mekânları yaşam yeri olarak seçmiştir. Buralarda kümelenerek büyük devlet ve medeniyetler kurmuştur. Bu tür yerler nüfusun en yoğun olduğu yerlerdir. Avrupalılar, Amerika kıtasını keşfetmiş ve istila etmiştir. Amerikalılar Avrupa’yı keşfetmemiştir. Dünyanın her tarafında kırsal ve dağlık kesimlerden şehir merkezlerine göç olmaktadır.
Bir insan, bir aile, farklı nedenlerden dolayı farklı bir coğrafyaya göç edebilir. Böylece o yaşadığı coğrafyanın etkisinden kurtulma şansını yakalar. Ama büyük halk toplulukları ve devletlerin böyle bir şansı yoktur. Tarihte ‘Türklerin Orta Asya’dan Göçü, Kavimler Göçü’ gibi büyük göçlerle dünya coğrafyası yeniden şekillenmiş olsa da günümüzde bu mümkün gözükmemektedir.
Bir Türkiye’nin, bir Irak’ın, bir Sibirya’nın, topraklarının büyük bölümü çöl olan bir Afrika ülkesinin ‘ben coğrafyamı beğenmiyorum, komşumu beğenmiyorum, tatlı su kaynakları olan, denizi olan, petrolü olan, savaş ve kargaşanın hâkim olmadığı bir toprak parçası istiyorum ’ deme şansı ve lüksü yoktur.
İnsanoğlu, kaderi olan coğrafyaya razı olmamış, bu zindanı kırmak için çok farklı yollara başvurmaktadır.
Uçsuz bucaksız denizleri yaptığı büyük ve güçlü gemilerle aşabilmiştir.
Soğuk iklimlerde ihtiyacı olan sebze ve meyveyi seracılıkla ya da uzak ülkelerden taşıma usulüyle gelişen ulaşım araçlarıyla aşabilmektedir.
İhtiyacı olan tatlı suyu elde etmek için barajlar kurmuş, kanallarla suyu çok uzaklara taşımış, kuyular açmış, pahalı da olsa deniz suyunu damıtma yoluna başvurmaktadır.
Aşamadığı dağları geliştirdiği iş makinalarıyla aşmış, tüneller kazarak modern yollar yapmıştır. İhtiyacı olan enerji ve madenleri çok uzaklardan getirebilme imkânına kavuşmuştur.
Bir ülkeye saldırmak, işgal etmek, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını talan etmek için oraya kadar olan bütün toprakları işgal etmesine gerek kalmamıştır. Güçlü donanma ve hava kuvvetleriyle teçhiz edilmiş orduları direk o toprağa taşıyabilmektedir. Normal şartlarda Irak’ı, Afganistan’ı işgali için ABD’nin kendisiyle bu ülkeler arasındaki toprakları ya işgal, ya da aradaki ülkeleri razı ederek ulaşması gerekirdi. Ama sahip olduğu güçlü donanma, ordu ve güçlü hava gücüyle dünyanın her tarafına askeri anlamda müdahale edebiliyor, direk işgal edebiliyor.
Kültürünü coğrafyasının şekillendirdiği bir halkı, iletişim, basın ve yayın, kültürel emperyalizm yoluyla başka bir halk ya da güç değiştirebiliyor. Dünyanın her tarafında insanların yaşam kültürünün, yeme, içme, giyim vs bir olması kültürel emperyalizmin ne kadar başarılı olduğunu göstermektedir. Bir Müslüman, bir Hristiyan, bir Yahudi, bir Hindu aynı yiyeceği yiyor, aynı içeceği içiyor, aynı elbiseleri giyiyorsa, ev düzeni, izlediği film, gittiği mekânlar, sevinç ve üzüntüleri bir olmuşsa coğrafya bu alanda kader olmaktan çıkmıştır.
İnsanoğlu, kendi kaderine razı olmadığı sürece kendi kaderini belirleme ve tayin etmeye çalışacaktır. Bilim ve teknoloji, ulaşım ve iletişimin gelişmesine paralel olarak coğrafya, eskisine oranla kader olmaktan çıkmıştır. Ama kimi yerde insanoğlunu elini kolunu bağlayan güçlü bir engeldir.
Esas önemli olan etrafındaki engelleri kaldırırken insan merkezli düşünmesi ve davranması. Bu dünyada kendisini engelleyen ve sınırlayan dünyevi kıstasları aşması, dünya ve ahiret mutluluğunu sağlayacak ilahi vahyi baz almasıdır.