Nice mazlum coğrafya vardır; acıları henüz hakkıyla anlatılmamış, görülmemiş, duyulmamıştır...
Malum, insanoğlu duyularıyla tecrübe etmediği şeyleri istisnalar dışında anlayamaz. Yine aynı şekilde hislere yön veren de duyulardır çoğunlukla. Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur kabilinden, duyuların şahit olmadığı yaşanmışlıklar, gönül denizinde en ufak bir dalgalanma dahi oluşturmaz.
O halde birçok mazlumun, mustazafın yaşanmışlıklarına dair her acı veya zulüm, eğer hakkıyla anlatılmamışsa, gösterilememişse, velev ki aynı coğrafya üzerinde yaşanıyorsa bile, büyük çoğunluk için yok hükmündedir...
Peki madem durum böyle, neden anlatılmıyor, gösterilmiyor, geçmişte veya şimdi yaşananlar?
Öncelikle şunu kabul etmek gerekir; bazı konularda gerekli imkâna, güce, desteğe sahip değilseniz, bu iş öyle kolay olmuyor. Bilhassa ülkemizde, durum bundan ibaret...
Geçmişten günümüze şöyle bir baktığımızda, zulümler, hukuksuzluklar, eziyetler hemen her kesimin canını yakmıştır. Fakat bazı kesimler avazları çıktığı kadar bağırabilmiştir. Sağdan(!)-soldan(!) bir şekilde, seslerini duyurabilmişlerdir.
Ancak mütedeyyin kesimden ise hep sessiz çığlıklar yükselmiştir; gerisin geri, çıktığı gırtlağa çaresizce dönen...
Sesini duyuran malum kesimler, bazen bir sinemayla, bazen bir kitapla, bazen bir röportajla kitlelere ulaşmışlardır fazlasıyla... İslam’ı teoriden alıp pratize etme gayretinde olan Müslüman kesim ise, bu saydıklarımızı çok cüzi miktarda ve çoğu kez, koşulların yetersizliğinden nakıs bir şekilde yapabilmiştir.
Her nedense, birilerinin yağı, unu, şekeri hep olmuştur ve helva(!) yapabilmişlerdir. Ama mustazaf kesimin, yağı varsa unu, unu varsa şekeri olmamıştır. Yani bir türlü helva yapamamıştır ağız tadıyla...
Mesela yeşil parkalı yoldaş adamın, muhakkak bir kamerası ve kamera arkası desteği(!), fotoğraf makinası ve çektiği kareler kere sahip çıkanı olmuştur, işin medya ayağında. Bu sebeple ideolojisini anlatan filmleri, belgeselleri, resimleri, şarkıları toplumun ortak paydası gibi servis edilmiştir yıllarca.
Günümüze gelecek olursak, güç ve imkân dengesinin geçmişten farklı olduğunu söylemek gerçeği yansıtmayacaktır. Her ne kadar “hakiki mütedeyyin kesim” kitle iletişim araçlarını geçmişe göre daha iyi kullanma imkânına sahip olsa da, yine de dezavantaj hep onlardan yana olmuştur...
Hele bazı kesimlere medya konusunda bilhassa dışardan verilen desteklere bakacak olursak, bu gerçeği görmemiz daha kolay olacaktır. Yine aynı şekilde bu gibi yapımlardan etkilenenler, mevcut dış desteklerin nedenini/niçinini biraz olsun sorgulasalar, o vakit bir takım gerçekleri görmeleri de daha kolay olacaktır.
Böylece, bölge üzerinden ulaşılmak istenen nihai emeller, basiret ve ferasetle irdelenirse, daha objektif bir bakış açısına muhakkak kavuşulacaktır.
Yeri gelmişken, yakın zamanda yapılan bir belgesel tam da bu bağlamda irdelenmesi gereken oldukça düşündürücü bir örnek...
Bazı figürler- hayatlar, çok sempatik ve cici gösterilmeye çalışılsa da, verilmek istenen mesajlarda, maksat buradayım diyor...
Hem ‘’coğrafya kader'' diyeceksin, hem bencilce sadece kendi tarafından gördüklerini coğrafyanın tek gerçeği gibi göstereceksin. Kendi, kederini vitrine koyup, başka kederlere gözünü kapayacaksın! Konuşmaların arasına bazı asparagas rivayetleri sıkıştırıp, bu yolla bazı kesimleri maksatlı bir şekilde yakışıksız ithamlarla imgeleyeceksin... Sonra da haksız ithamlardan, adaletsizlikten dert yanacaksın...
Hadi her şey bir yana, anlattığınız coğrafyada öyle acılar yaşanmıştır ki, sizinki devede kulak kalır...!
Halil Cibran’ın şu satırları ne de güzel tercüman oluyor bu ahvale...
Neden bazı insanlar sizin denizinizde yaşayıp, dereleriyle övünüyorlar...
Öyle ya, siz derelerinizin çağıltısı eşliğinde hikayenizi destanlaştıra durun, coğrafyasının acı denizinde zulüm dalgalarıyla boğuşan, bir sahili selamet umuduyla direnen, destansı hayatları hikaye bile edilmeyen- belgeseli olmayan(!) kaderine terkedilmiş o kadar çok mazlum var ki...
Öğretmen olup, öğretmenliği ellerinden tamamen alınanlar!
Malı mülkü gasp edilen, bir lokmaya, bir dama, bir yudum suya, hasret kalmış yiğitler!
Kınalı elleri kelepçelenen gencecik damatlar, umudu ve hayalleri prangalanan, en güzel günleri çalınan gelinler!
Dünya gözüyle vedalaşamadan, ahiret yurduna vuslatını erteleyenler!
Baba özlemiyle aldığı her nefeste yüreği kocayan, küçük Fatıma Nur'lar!
Evlat kokusuna hasret kalmanın zindanında, müebbetlik bir acıya mahkum olan, Hatice Analar!
Ancak, her şeyi hakkıyla bilen, gören ve duyanın şahit olduğu daha nice hayatlar...