Henüz bitmedi Ramazan, Rahman olan Allah’ın rahmet çağlayanı gürül gürül akmaya devam ediyor. Hatta en coşkulu aktığı günlere asıl şimdi girdik.
Ölmemişsek, nefes alıp yaşıyorsak, şu satırları okuyabiliyorsak hiçbir şey bitmiş değildir. Hatta Ramazanımızı şu ana kadar gaflet içinde geçirmişsek bile, hatta ömrümüzün bundan önceki dönemini boş yere heba etmişsek bile, şu anda çok şeyi telafi edebiliriz, söylediğimiz gibi eğer ölmemişsek. Yeter ki böyle bir niyetimiz olsun.
Öyle bir Son On Gün’e girdik ki, yeryüzü yaratıldı yaratılalı bu on günde olduğu gibi böyle büyük bir kurtuluşa ermemiştir. Bu son günde öyle bir inqılab gerçekleşmiştir ki, kıyamet gününe kadar artık hiçbir resûle, hiçbir kitaba ihtiyaç olmayacaktır.
Peki, biz ne yapabiliriz şu anda, ne kazanabiliriz son on günde? Elbette bir boya küpüne girip çıkarak, mucizevî bir sıçrayış yapacak değiliz. Cahil biriyken bir anda müthiş bir ilim sahibi olacak da değiliz. Veya İslam adına bir anda yüce yüce makamlara da eremeyiz.
Önce yapabileceğimiz küçük ve basit gördüğümüz şeylerden başlayalım:
Söyleyin Allah aşkına, daha önce tanımadığımız bir insanın dostluğunu kazanamaz mıyız? Veya bize düşman olan birisinin düşmanlığını def edemez miyiz, onu kendimize dost edemez miyiz? Bütün bunlar çok mu pahalı, büyük bedeller ödemek mi gerekiyor?
Bunu yapanlar çok büyük uğraşlar mı veriyorlar, dost kazanmak için çok mu çırpınıyorlar?
Ve dost kazanmak, bize düşman olan birisinin düşmanlığından kurtulmak küçük bir şey midir sizce? O halde bunu niçin yapmıyoruz?
Hazreti Ali Kerremallâhüveche buyuruyor ki: “İnsan iyiliğin kölesidir, zengin olduğu halde insanların gönlünü satın alamayana şaşarım.”
Yine kendisi “Bana bir harf öğreten beni kendisine köle yapmıştır” buyurarak parasız, zengin olmadan da insanları kazanmanın, hem de kendisine köle yaparcasına kazanmanın yolunu göstermiyor mu bize?
Geliniz bu İlahi fırsatın ve imkânın bir de toplumlar ve ülkeler bazında değerlendirildiğini düşünelim.
Allah aşkına çok mu zordu Kürt-Türk meselesinin çözümü? Sadece seksenli yıllardan bu yana elli bin insanın canına mal olan, en azından beş yüz milyar dolara ve yılların heba olup gitmesine sebep olan ve bugün en büyük gerginlik olarak orta yerde duran bu meseleyi halletmek böylesine zor muydu?
Resûlullah (s.a.v) toplumların yüreklerini birbirleriyle muhteşem bir şekilde kaynaştırırken, gövdelerini kurşundan bir duvar gibi yek pare örerken çok pahalıya mı mal oldu? İyilikten, ihsandan başka ne harcadı, neydi başka sermayesi?
Söyleyin Allah aşkına, Beşşar Esed denilen bu adamın elinde böyle bir fırsat yok muydu? Zalim babasından İktidarı devraldığında halk ne kadar ümitlenmişti, iyilikten, ihsandan başka ne beklemişti? Bu anlamda Arap Baharının henüz başındayken kimsenin sahip olmadığı fırsatlara sahip değil miydi? Yapacağı iyiliklerle, iyileştirmelerle bütün bir Suriye halkının yüreklerini satın alma imkânına sahip değil miydi?
Ortadoğu’daki bütün despotların önlerinde böyle imkânlar yok muydu ve hâlâ da öyle değil mi? Kendi ülkelerinin insanlarının gönüllerini satın alma şansları hemen önlerinde durmuyor mu?
Belki bazılarınız diyecek ki, Mehmet hoca, senin böyle işlere aklın ermez, işin içinde neler var neler? Ne diyelim, biz de o zaman aklımızın erdiği, gücümüzün yettiği küçük meselelerimize dönelim.
Zaten insanların düştüğü en büyük hatalardan birisi, yapabilecekleri şeyleri yapmayıp, asla yapamayacakları şeylere yeltenmeleridir.
Haydin kalkın bir markete gidelim, fazla değil yüz liralık bir poşet dolduralım. Neler alınmaz ki yüz liraya? En azından bir kilo çay, dört paket şeker, iki kalıp peynir, bir koli yumurta, on paket makarna, birkaç paket bulgur, pirinç, birkaç kiloluk sıvı yağ… Sonra bir öğrenci evinin veya gurbetçi mevsimlik işçilerin kaldığı bir evin yolunu tutalım:
“Selamünaleyküm gençler. Bu akşam sizin çayınızı içmeye geldim” diyerek bir çay içimi kadar onlara misafir olalım.
Asansörde karşılaştığımız kişiye sırtımızı değil, yüzümüzü dönelim, bir tebessüm edelim, bir selam verelim, bir hal hatır soralım. Peki, ne mi olacak? Hele bir yapın, hele siz bunları alışkanlık haline getirin, o zaman görürsünüz neler olduğunu.