Çözüm, hükümetin bitme noktasındaki eski sürecin söylem ve uygulamalarından uzaklaşıp milliyetçi bir söylem ve uygulamalara yönelmesi değildir. Çözüm bu ikisinden de vazgeçip makul, mutedil, Türkiye'nin ve yörenin gerçekleriyle uyumlu, dış güçleri dikkate alan ama onların çıkarlarını merkeze koymayan bir İslamî yaklaşımdır
Demokratik açılım, milli birlik ve kardeşlik projesi, çözüm süreci, yeniden çözüm süreci derken bir daha çatışma sürecine girildi.
Hükümetin beklediği sonuç bu değildi herhalde. Ama kendi içinden ve kendi dışından atılan adımların doğuracağı sonucun bu olacağı kesin gibiydi.
Devlet, süreç işletilirken en yoğun şekilde “kalekol” denen müstahkem karakollar inşa ediyor, hükümete yakın muhafazakâr basının bir kesimi Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar BDP/HDP'ye övgüler diziyordu. BDP/HDP ise siyasi faaliyetlerinin önemli bir kısmını Tayyip Erdoğan'a karşı yürütüyor; çocukları, gençleri bu yönde eğitiyordu. Sosyal yardımlaşma aylıkları ve diğer yardımlarla büyüyen çocuklar, Mardin'in, Batman'ın sokaklarında Erdoğan'a ve ailesine yönelik en ağır hakaretleri ediyorlardı. Karınları yardımlarla doldurulan çocukların beyni sosyalist PKK tarafından dolduruluyordu. Hükümete yakın kesimler bunu görmedikleri gibi hükümetin gündeminden tamamen bağımsız, kendi İslamî çizgileri içinde hizmetlerini sürdüren İslamî camiaya yönelik kısıtlamaları, operasyonları destekliyor, belki de planlıyorlardı.
Süreç sırasında sosyalistlerin bütün kesimlerine ait her türlü kültürel faaliyet desteklenirken, hatta “Silahlı mücadele olacağına bu olsun” denerek kutsanırken İslamî camianın basit bir sohbeti dahi “örgütsel faaliyet” içinde ele alındı, cezalandırıldı. Sosyalistlerin etkin olduğu alanlarda bu işlerin mahkeme dışı “sivil” sabotesi sosyalist örgütün sokak yapılanmasına bırakılırken diğer bölgelerde güvenlik kuvvetleri bizzat ebeveyn ziyareti yaparak ailelere çocuklarını İslamî camiadan uzak tutmaları yönünde teşvikte ve tehditte bulundu. (Böylece ebeveynin bilgilendirilmesi gibi alabildiğine yararlı bir sistem en olumsuz şekilde kullanıldı.)
Bu, birkaç memurun girişimi değil, bir projeydi. Bu projenin hedefi Emre Uslu'nun makalelerinde, demeçlerinde ve doktora tezinde açıkça ifade ettiği üzere Kürtlerin İslamî kimliğinin dönüştürülmesiydi ya da modern dönem için Kürtlerdeki kimlik arayışının İslamî yönde yol almasının önüne geçilmesiydi.
AK PARTİ'NİN SOSYALİST PKK'YE BAKIŞI
AK Parti'den de daha kapsamlı olarak Türk muhafazakâr kesim, sosyalist PKK'ye yönelik iki farklı tutuma sahipti:
Türk muhafazakâr kesimlerin önemli bir kısmı sosyalist PKK'yi milliyetçi bir bakış açısıyla ele alıyor, PKK'nin sosyalist yanından öte “Kürt” yanıyla ilgileniyordu.
- PKK'lilerden “Kürtler”; PKK'nin her tür faaliyetini “Kürtlerin faaliyeti” diye anlatıyordu.
-Kürt toplumuna yönelik insan hakları açılımlarını devletin, uluslararası güçlerin PKK'ye verdiği destek karşısında vermek zorunda kaldığı tavizler gözüyle bakıyor, bundan ıstırap duyuyordu.
-Meseleye ırkların tutumları diye baktığından Kürtler arasında PKK'den ayrı düşünen yapıların var olabileceğine ihtimal vermek istemiyor, kendilerine bu yönde haberler aktarıldığında şaşkınlıklarını ifade etmekle yetiniyorlardı.
-Siyasi bir konuma sahip olanları Kürtlere yönelik insan hakları açılımlarının önüne geçerken ya da bunların PKK'nin vereceği ödünlere bağlanmasına yol açarken sıradan seçmenleri de seçim tercihiyle hükümetin adeta elini kolunu bağlıyordu.
Bu kesim yüzyılı aşkındır İslam dünyasında yürütülen milliyetçi projenin tabii bir neticesidir. Bu proje, işlediği günden bu yana hep böldü. Bugün de sentezci veya saf, bütün türleriyle parçalama yönünde işliyor.
Türk muhafazakârların ikinci kesimi ise Batı tarafından “aydın” kabul edilme sevdasına düşen, bu uğurda bedel değil ama ödün vermeye hazır “entel İslamcı” kesimdir.
Bunlar,
-Milli Görüş geleneğinden “muhalif İslamcı” kimliğe geçmiş, Milli Görüş tabanından kopup kendi kimlikleri yönünde bir halk tabanı oluşturamamış, kabul görmeye susamış bir kesimdi.
-Sürekli İslamî kimlikten söz etseler de aslında bilinçaltlarında modern çağın demokratik zihniyeti doğrultusunda “doğru çizgide” olmayı “seçkin sınıf”tan kabul görmeye bağlıyorlardı. Bunun için etkin bir gazete veya televizyona çıkmayı, bir sol grubun kendilerinden söz etmesini ya da bir etkinliğe çağırmasını “hak üzerinde olmanın” mutlaka delili gibi sayıyorlar, bütün eylemlerini buna göre planlıyorlardı.
-Hayatları boyunca inançları uğruna hiç bedel ödememişlerdi. Bedel ödemiş Müslüman önderleri okumaktan huzursuz oluyor, ömürlerinin yarısını, bedel ödeyen solcu liderlerin hayat hikâyelerini okuyarak geçiriyorlardı.
-Solu okumak, soldan söz etmek onlara solla konuşma ve kabul görme gibi hayati bir imkân sağlıyordu.
-Hedeflerinde iki kesim vardı: Solun nefret ettiği geleneksel Müslümanlar ve siyasi bir bakış açısına sahip İslamî yapılar. Bu yapılar, onları amel bakımından zayıf oldukları gerekçesiyle eleştiriyordu. Ama onların asıl nefret nedenleri bu değildi. Bu sınıftaki İslamî yapılardan nefret etmek, onların sol ve solu destekleyen güçler tarafından kabul görmesinin de önemli bir koşuluydu. Çoğu zaman solcular daha İslamî bir kesimi eleştirmeden “Herkesten önce ben eleştirdim” diyebilmek için önce onlar eleştiriyorlardı.
-Kendilerini “kabul görmüş” “Beyaz Müslüman”, teberru ettikleri İslamî kesimleri ise “reddedilmiş (aforoz edilmiş, dışlanmış, siyasi denklem dışı bırakılmış)” zenciler gibi görüyorlar, onlardan istihza ile söz ediyorlardı.
-Solun her propagandasında gönüllü olarak bulunurken İslamî kesimin her tür acısına kulak tıkıyor; onlarla ilgilenmeyi “insan hakları etkinliği” içinde görmüyorlar; “Tanrının rızasını” mağdur/mazlum solcularla ilgilenmekte ve onların sorunlarını duyurmakta buluyorlardı.
-İslamî kesimin ziyaret talebini musibet görürken solculara yönelik ziyaret heveslerinin solcular tarafından karşılanmasını nusret biliyorlardı.
- İslamî kesimin en saygın isimlerine bir çay ikram etmeyi gereksiz ve tehlikeli bulurken, görünmeyen bir yerde kendileri asla içmedikleri hâlde bir solcu dosta şampanya ikram etmeyi ya da solcu bir dostun içkili bir lokantada yemek yeme talebine içkili yemek parasını bizzat kendisi ödeyerek cevap vermeyi kendileri için şeref ve onur kapısı zannediyorlardı.
-İslamî kesimin hiçbir haberi sayfa ve ekranlarında yer bulmazken, Aysel Tuğluk, Sırrı Süreyya Önder gibi sol kesimin önemli propaganda görevlileri bazen saygın (!) bir köşe yazarı ve kimi zaman “her gecenin misafiri” samimiyetiyle ekranlarında boy gösteriyor, propagandalarını serbestçe yapıyorlardı.
-PKK, çocukları Erdoğan'a hakaret etmek için eğitirken PKK'nin etkin kesimi Ak Parti eliyle gerçekleşecek bir çözümü asıl dava olan sosyalizmin Türkiye'deki felaketi olarak görürken onlar sosyalist liderlere methiyeler dizdiler, sadece onlarla yürütülecek bir çözümü çözüm gördüler.
Bunlar, her ne kadar İslamî bir kökten gelseler de sorunlara Batı'nın penceresinden bakıyor, Batı gibi düşünüyor, Batı gibi inanıyor ya da Batı gibi düşünmek ve inanmak için kendilerini bütün yetenekleri ile zorluyorlardı.
Batı, ulusal sol grupları Müslümanları İslam'dan uzaklaştıracak bir güç olarak görüyor. Bunlar da İslam'dan uzaklaştırma kısmını görmezlikten/duymazlıktan gelerek sol kesimi “özgürlük” yanıyla görmek istiyor, solcularla beraber özgürlük türküleri söylüyorlardı. Onlara “Batı'nın özgürlüğü nasıl İslam'ın esareti ise solun da bu memlekette zaferi Müslümanların esareti anlamına geliyor” dendiğinde öfkeye kapılıyor, belki de içlerinden “Sizi gidi gerici yobazlar!” diyerek okkalı bir hakaret savuruyorlardı.
Ak Parti içinde çok sayıda koltuk elde etmese de etkin bazı yerlere çıkmayı başaran ama Ak Parti medyasının neredeyse her konumunu işgal eden bu kesim PKK'yi hep bir özgürlük hareketi gibi gördü. PKK'nin sosyalist yanını gözlerden kaçırdı. PKK'ye “Kürt siyasi hareketi” deme densizliğinde bulundu. PKK'yi kutsadı, PKK'yi desteklemeyi güçlendirmeyi liberal kesimlerle birlikte “insani bir görev” bildi, bu yolda AK Partili isimlerin bile yolsuzluğunu eleştirirken PKK'li belediyelerin tek bir yolsuzluğunu dahi haberleştirmedi. O yolsuzlukları muhtemelen büyük özgürlük yolunda aksaklıklar diye değerlendirdi.
1980 sonrasında İslamî kesime yapılan liberal/sol aşının neticesi olan bu kesim, hükümetin bütün kesimleri muhatap alan, geniş tabanlı bir çözüm süreci geliştirmesini engelledi. Aynı zamanda halka uzak-eleştirel-solvari-samimiyetten uzak-çıkarcı- geveze ağız yapılarıyla ekranlarda Tayyip Erdoğan'ın ve Ak Parti'nin halka yakın imajına zarar verdi.
Bu kesim, Ak Parti'nin geniş Türk milliyetçi tabanını da Kürtler arasındaki geniş dindar seçmen kitlesini de tiksindirdi.
Sol terimlerle düşünen ve çağrılarını sol terimlerle yapan bu kesimin bugün kendi ifadeleriyle özeleştiri içinde olduklarına dair işaretler varsa da tövbe ettiklerine dair bir işaret görülmüyor.
Konunun bundan başka bir yanı da vardır.
BENDEN DEĞİLSE “LAİK” OLSUN
2011'de “BDP'yi bölgenin CHP'si haline getiriyorsunuz” eleştirisine karşı Erdoğan “Bölgede AK Parti var; biz orada nasıl bir CHP'nin oluşmasına izin veririz” diye cevap vermişti.
AK Parti de,
Gülen Grubu da,
“Komşu ülke” de,
Madem oradaki etkin ve bedel ödemiş İslamî camia benden değildir, kendisini lağvederek bana teslim etmiyor, ben de onu yok sayarım tutumu içinde hareket etti. Burada dursalar tutumlarının yol açtığı netice sınırlı kalabilirdi. Bir adım daha ileri gittiler. Orada “Bir ben olmalıyım, bir de laik kesim” diyerek hareket ettiler.
İslam dünyasında kendi meşrebinden olmayan İslamî hareketlere karşı laik hareketleri desteklemeyi milli bir politika haline getiren “komşu ülke” PKK'ye dışarıdan destek verirken AK Parti, “Kürt liderliği” olarak sosyalist PKK'nin görüldüğü bir sürecin içinde bulundu. Bugün kendisi terör soruşturmalarına konu olan Gülen Grubu da devletin terör hassasiyetini bölgedeki İslamî camiaya yönelik işletti.
Neticede,
-Milliyetçi yaklaşım
-Entellerin kişisel konum sevdası için sola yaklaşımı
-Parti çıkarı
-Mezhep çıkarı
-Meşrep çıkarı
Yörede PKK için uluslararası güçlerin hedeflediği bir konum sağladı. Ona “Kürt siyasi hareketi” etiketi ile buluşma imkânı verdi.
Bugün herkes yeniden düşünmek ve tutumunu gözden geçirmek zorunda:
PKK'yi doğrudan veya dolaylı desteklemek sadece bir siyasi işbirliği değildir; sosyal projesi olan, İslam'dan koparma yönünde bir kimlik değişimini hedefleyen, bu hedef doğrultusunda gençleri ahlaksızlaştırmayı, ateistleştirmeyi amaç haline getiren bir yapının ortağı olmaktır. Kürtlüğünü ararken sosyalistleşen her gencin akibetinde her ne sebeple olursa olsun PKK'yi destekleyenlerin vebali vardır. Ahirete inananlar, bundan ürkmelidir.
Siyaset bir cephe işidir. Sosyalist cepheye kayan bir Kürt toplumu ne şu veya bu dindar ya da İslamî kesime ne partiye, gruba, mezhebe yâr olur. Buranın İslamî yönünün korunması, mutedil, makul, kendi gerçekleriyle uyumlu İslamî hizmetlerinin desteklenmesi “Ben Müslümanım” diyen herkesin lehinedir.
YENİ DÖNEMİN TEHLİKESİ VE ÇÖZÜM
Eski süreç kapanma noktasına gelmişken yeni süreci bekleyen tehlike hükümetin süreçteki söylemden kendi içindeki milliyetçi söylem ve uygulamalara kaymasıdır.
Hükümetin süreçteki hatası, kendi içindeki milliyetçi kesimi dinlememiş olması değildir. Bundan dolayı sosyalist PKK'yi özgürlük hareketi olarak görmeye meyilli kesimi tasfiye edip milliyetçi kesimin söylemine yaklaşmak çözüm getirmez.
Bu iki söylemden ilki İslam dünyasını parçalamaya götürürken diğeri uluslararası projeler için uygun hale getiriyor. Biri kışkırtıp birbirine düşürürken diğeri saf İslamî bir çözümün konuşulmasını engelliyor.
Çözüm; bu ikisinden de vazgeçip makul, mutedil, Türkiye'nin ve yörenin gerçekleriyle uyumlu bir İslamî yaklaşımdır. Böyle bir yaklaşım herkesin lehinedir. İslamî yaklaşım adalettir. İslamî yaklaşım, bütün kesimleri yüceltir, güçlendirir. Bundan Türkler, Kürtler ve onların birlikteliğinin sağlayacağı büyük atılımla İslam dünyası kârlı çıkar.