Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın “Milli Birlik ve Kardeşlik” söylemi çözüm sürecinde hep konuşulacak gibi. Yıllardır konuşulan çözüm sürecinde bu kavram ne kadar gerçekçi olacak sorusu… Bu sorunun cevabı ne olursa olsun eskisi gibi devam etmeyeceği kesindir. Bu konuda hükümet kandırıldığını düşünüyor. Bütün tavizlere rağmen karşılaştığı tablo; silahlar, dağa adam kaçırmalar, haraç kesmeler ve terör olaylarının başlaması… Bu tablodan umutlanan iç ve dış muhalifler Türkiye'ye bir operasyon yapmak istediler. Bunun için her şeyin hazır olduğunu ve AK Parti'nin eski gücüne ulaşamayacağını düşündüler. Fakat 1 Kasım sonuçları bu planlarını suya düşürmüş gözüküyor. Şu bir gerçek ki Suriye meselesi çözülmeden PKK'nın silah bırakması imkânsızdır. Konjonktürel hesaplar doğrultusunda Suriye'nin geldiği nokta PKK'yı daha fazla silahlanmaya itmiştir. Suriye de, Rojava bölgesinde bulunan PYD'ye, küresel emperyalist devletlerin desteği de bu umutlarını artırmaktadır. Şu anda Türkiye'nin iç terörden daha çok yoğunlaştığı başka bir yer Rojava'daki PKK-PYD faaliyetleridir. Kendisi için en büyük tehlike olarak orayı görüyor. PKK'nın beslendiği ve güç aldığı ana merkez de burasıdır. Davutoğlu'nun IŞİD operasyonuna “kara harekâtındaki” destek şartları ise bu tehlikeyi bertaraf etmek içindir. “Bir tarafta IŞİD'e karşı kara harekâtı başlatacak, diğer taraftan da PYD'ye karışamayacak” düşüncesini hükümet ret etmektedir. Hem IŞİD hem de PYD'yı aynı statüyle “terör örgütü” olarak kabul edip karadan da desteklerini sunabilmeyi teklif etmişlerdir. Bu denklemde öncelikle Suriye meselesinin çözülmesi gerekir. Bu meselede mutabakata varıldığında PKK'nın bugün kabul etmediği silahsızlanmaktan başka seçeneği kalmayacaktır. Bugün Türkiye içerisindeki terörün hortlamasının ana kaynağı da hiç şüphesiz Suriye'deki pozisyondur.
İç dinamikler açısından Türkiye'nin geldiği nokta ise terörle mücadeleyi sürdürmek ve halkı bu vesayetten kurtarmak kaldı. Halkın istediği “barış” ise, bu kişilerle yürütülen süreçle olmayacağını geç de olsa anladılar. Evet, Türkiye halkı, özelde de bölge halkının yüzde yüzü bir çözüm ve barış sürecini istemektedir. Bu süreci isterken de terör örgütünün vesayetine teslim edilmek istenmiyor. İster bunun adı “çözüm süreci olsun” isterse “milli mutabakat ve kardeşlik projesi” olsun fark etmez. Hükümetin, Kürt'lerin haklarını hiçbir şeye bağlamadan vermesi gerekirken diğer taraftan PKK'yle sonuna kadar mücadele etmesi gerekir. PKK'nin Kürt halkını istismar etmesine yol açmaması gerekir. Bunun için bölge içerisindeki STK'ları, cemaatleri, kanaat önderlerini, farklı parti'leri ve tüm etkin gurupları bu sürece dâhil etmeliler. Hükümet bu noktaya gelmiş gibi gözüküyor ama bunun pratiği nasıl olacak hep beraber göreceğiz. Şayet bölgede ismi olup da cismi olmayan gurupları “formalite icabı” muhatap alıp da, bölgedeki “reel gurupları” es geçerse sağlıklı bir sonuca ulaşması düşünülemez. Zira daha önce bölgeden giden yüzlerce rapor ve tavsiye netice verememişti. Ancak 7 Haziran'daki seçim tablosu AK partiyi bir anda silkeledi. Biraz da “mağrur” pozisyonunu değiştirdi. Bir iç muhasebe ve daha önce sunulan tavsiyelere göz atma mecburiyetini hissetti. Eğer 7 Haziran sonuçları olmasaydı belki de bugün çözüm sürecinin eski sakatlıklarından; bölge halkının PKK'ye teslim edildiğinden ya da dindar Kürtlerin şehit edilmesinden ve hükümet- devletin sessizliğinden söz edebilirdik. Ancak hükümet, 7 Haziran'da bu yanlış politika ve sakatlıkları görmemelerinin kendilerini bitirdiğini ve kendi dostlarını dinlememenin kendisine ağır bir fatura çıkardığını bizzat yaşadı. “Bir musibet bin nasihatten evladır” gerçeğini bir kez daha gördük…
Neticede halk; istikrarı, güveni, barışı, huzuru istemektedir. Hangi şekilde gelecekse gelsin diyor. İster bunun adı “çözüm süreci” olsun ister “milli mutabakat ve kardeşlik” olsun isterse hiç duymadığımız bir şey olsun. Ancak halkın adına bu işi yürütecek olanlar samimi, dürüst, iradeli ve gerçekten halkın maslahatını isteyen kesimlerden olsun…