Geçmişte iç siyasetin dışarıyla yakın ilişkisi vardı, günümüz dünyasında ise iç ve dış siyaset iç içe geçmiştir.
Üstelik söz konusu olan Türkiye gibi birden çok tarafa yakın olan ve birden çok tarafın çıkarlarını ilgilendiren bir ülke olunca iç siyasetle dış siyasetle daha da iç içe geçiyor.
Ocak ayında ABD’nin Savunma Bakanlığı Pentagon için çalışan strateji kuruluşlarından RAND Corporation, “Türkiye’nin Milliyetçi Yönelimi, Bunun ABD-Türk Stratejik Ortaklığı ve ABD Silahlı Kuvvetleri Üzerindeki Etkileri” başlıklı bir rapor yayınladı. Analizimizde bu raporu ve bu rapor çerçevesinde Türkiye’de iç siyasetin geleceğini işleyeceğiz.
RAND CORPORATİON RAPORUNDA NE VAR?
Raporun başlığı bile tek başına içeriğindeki keskin karşıtlığı yansıtmaya yetiyor. Başlıktaki “milliyetçi yönelim” ifadesi, Türkiye iç siyasetinde anlaşıldığından farklı bir anlam saklıyor. Raporu hazırlayanlar “milliyetçi yönelim” ifadesiyle, Türkiye’nin son süreçte izlediği Batı’ya bağımlılıktan uzaklaşma ve milli çıkarlarını ilgilendiren konularda kendi başına karar alma siyasetini kast ediyorlar ve henüz başlık üzerinden bu siyaseti ABD Silahlı Kuvvetlerinin ilgi alanı içinde değerlendiriyorlar.
Türkiye, geçmişte Batı’yla ve Batı’nın son şefi ABD ile aslında “bağımlılık” ile ifade edilebilecek bir “tam uyumluluk” içinde idi. O tam uyumluluk sürecinde, alınış aşamasında dışlandığı her tür kararı, haklarının dostları tarafından korunacağı inancıyla(!) olduğu gibi kabul edip uygulardı. Alınan karardan büyük bir rahatsızlık duyduğunda nihayetinde o kararda kısmi bazı düzenlemeler yapmaları ricasında bulunur, bir tür onlara yalvarırdı. Kendi kararlarını alırken ise ABD’yi öfkelendirmeme hassasiyetini (!) hep kendi çıkarlarının önüne koyardı.
Türkiye, bu tam uyumluluk sürecinin gittikçe aleyhine işlediğini ve sonuçta “dünyanın bir köye döndüğü” tezleriyle birlikte milli varlığını tehdit edecek boyutlara ulaştığını gördü. Bunun için bazı riskleri göze alarak o tam uyumluluk sürecinden her iki tarafın çıkarlarının korunduğu kârlı bir ortaklık sürecine geçmek istiyor. Ancak ABD, bu ortak çıkar üzere ortaklık talebini, Türkiye-ABD ilişkileri açısından raydan çıkma ve hatta kendisine karşı isyan olarak görüyor.
Rapora göre de Türkiye, son zamanlarda güvenilir bir ortak olmaktan çıkmış; Türkiye’nin tutumları ABD ile ilişkilere zarar verir hâle gelmiştir.
Rapor, Türkiye’nin bu tutum değişikliğine karşı ise içerdeki çözüm olarak önümüzdeki on yıl boyunca “ortak çıkarlara uyma” konusunda işbirliğini sürdürebilecek, güvenilir bir muhalefetin iktidara gelmesini ön görüyor.
RAPOR TÜRKİYE’DE NASIL OKUNDU?
ABD Silahlı Kuvvetleri için hazırlanan bir raporda öneri, muhalefetin iktidar yapılması ise herhalde her şey normal yollarda yürümeyecektir, diye bir düşünce söz konusudur. Bunun için rapordaki bu öneri, Türkiye’de haklı olarak “darbe” çağrısı diye algılandı.
Ne var ki 15 Temmuz darbe girişiminin başarısız olması ve Türkiye’nin buna karşı aldığı önlemler, silahlı bir darbeyi Türkiye açısından eskisi kadar kolay olmaktan çıkarmıştır. Ancak 15 Temmuz’dan sonra hükümetin ulusalcı bir sol yapıyla kurduğu ilişki ve o yapının 15 Temmuz darbesini engelleyen cemaat ve tarikatlara yönelik bilinen tutumu bir araya gelince bir endişe de oluşmuyor değildir. O ulusalcı yapıyla ilişkisi bilinen Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un açıklamaları da bu endişeye farklı bir boyut kazandırdı.
Bu noktada olası senaryo şöyle kuruluyor olmalıdır: Ulusalcı sol, hükümetle ortaklığını bir yerde bitirir, devlet içindeki gücünü kullanarak darbe yapmaya kalkışır. Hükümetin kimi uygulamalarından rahatsız olan yapılar da ona eskisi gibi sahip çıkmaz, böylece darbe başarıyla sonuçlanır. Ama bu senaryo, şu ortamda çok da makul görünmüyor. Zira söz konusu ulusalcı grup, tek parçalı olmaktan çıktı. Bununla birlikte Ergenekon ve 15 Temmuz soruşturmalarından sonra, komutanlarının emriyle bile darbeye katılabilecek asker bulmak artık hiç de kolay değildir.
En çok İdlib konusunun bu senaryoya hizmet etmesi bekleniyor. Zira İdlib’den dolayı hükümetle Rusya’nın arasının bozulacağı, bununla ilişkili olarak ulusalcı solun Rusya’nın da etkisiyle hükümete karşı harekete geçebileceği düşünülüyor. Fakat bu da mahsurlu bir tez… Zira ulusalcı solun, Türkiye’yi iyice ABD’den uzaklaştıracak böyle bir girişimine ABD’nin destek vermesi mümkün görünmüyor. Ki RAND Corporation’ın da Rusya yanlılarını tek başına iktidar yapacak böyle bir darbe tasarlaması abes olur. Türkiye; Suriye değildir; Anglo-Sakson dünya hiçbir zaman Türkiye’yi Rusya’ya bırakmak istemez. Çünkü böyle bir durum, Rusya’nın Anglo-Sakson dünya karşısında yüzyıllardır aradığı zafere ulaşması ve nihayetinde Anglo-Sakson dünyanın bu coğrafyadan çıkması anlamına gelir.
RAPORDA ÖNERİLEN DEĞİŞİMİN ASLI NE?
Raporda sarihçe bir ifade ile “demokratik, işbirlikçi ve güvenilir bir muhalefet” eliyle, Türkiye’de iktidar değişimi önerisi yapılmaktadır. Bu yönüyle rapor yeni bir keşif yapmıyor; son birkaç yılda CHP ile HPD arasında hepimizin önceden gördüğü, oluştuktan sonra gayet açık tasvir ettiği ve gelecek açısından mahsurlarını net olarak ortaya koyduğu bir değişim projesini sadece güncelliyor.
ABD’nin silahlı kuvvetlerinin böyle bir değişimdeki rolü ise Türkiye’nin Suriye ve Libya’da hiçbir zaman amaçlarına tam ulaştırılmaması olacaktır. Bunun için ellerinde BAE ve Suudi kaynaklı yeteri kadar malzeme de var görünmektedir. Buna bir de ABD hükümeti ekonomik sorunlar eklemeye çalışacaktır. Ki bu iki yanlı kuşatma, hükümeti hiç kuşkusuz zor durumda bırakır. Ancak bu dışarıdaki adımla yetinilmeyecek; içeride hem hükümet hem muhalefetle ilgili müdahalelerde bulunacaklardır. Bu yöndeki uygulamalar ise artık bir işaret olmaktan çıktı, açıkça izlenir hâle geldi.
İÇ SİYASET MANZARASI: DAĞILMA VE TOPARLANMA
İç veya dış siyasette dağılıp yalnızlaşanlar kaybeder; bazı hususlarda zıt düşünseler bile, II. Dünya Savaşı’nda kapitalist Batı ile sosyalist Rusya’nın ittifakı misali bir araya gelenler kazanır.
Bu çerçevede iktidar ve muhalefetin durumuna baktığımızda;
1. Son dönemde AK Parti’den iki ana grup uzaklaştı. Bu gruplardan Ahmet Davutoğlu’nun Gelecek Partisi’nde bir araya gelenler, kendilerini nasıl tarif ederlerse etsinler, “İslamcı entelektüel” olarak görülmekteler.
Ne var ki bu grup henüz, ayrışmasına ideolojik bir boyut katamadı. Ayrışmasının, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la şahsi uyuşmazlık boyutunu aştığına dair inandırıcı bir söylem ortaya koyamadı. Bugüne kadar söyledikleri için ayrı bir parti kurmuşlarsa bu, onların başka ittifaklarla da uyum içinde çalışabileceklerine dair derin bir kuşku oluşturur ve zannederim iktidarı devirmeye yardımcı olmaları dışında kendilerine bir rol de biçilmez.
AK Parti’den ayrılan ve henüz partisini kurmayan ikinci grup içinse durum çok farklı: Abdullah Gül, Ali Babacan ve arkadaşları, açıkça beyan etmeseler de bağımsızlık eğilimli ve dinî-millî yönleri öne çıkan bir siyaseti Türkiye için lüks buluyorlar. Türkiye’nin Batı’yla tam uyumlu hâlinin böyle bir siyasetten daha kârlı olduğunu düşünüyorlar.
Bu yaklaşım, Türkiye’de geçmişte “Sağ” olarak ifade edilen bir fikriyatın karşılığıdır. Bu fikriyat, ABD tarafından zamanında antikomünizm çerçevesinde desteklenmiş ve öne çıkarılmıştı. Muhtemelen aynı ABD, bugün bu fikriyatı ABD karşıtı bağımsızlık eğilimli, dini-millî (İslamcı-milliyetçi) bir siyasi oluşuma karşı kullanmak istemekte, bunun için ona bazı avantajlar sağlamayı tasarlamaktadır.
Söz konusu grup da buna istekli görünmekte ve tutumunda herhangi bir çelişki de görmemektedir. Zira bu grubun geçmişte siyasi olarak İslamî kesimlerle ana ortak noktası komünizmle karşıtlığı olsa da grup o dönemde de bu karşıtlığa ABD dostluğu gibi İslamî kesimin paylaşmadığı bir yön katıyordu. Şimdi aynı grup, ABD ile dostluk üzerinden geçmişte en sert düşmanı olduğu Solla bir araya gelmeyi dünyadaki kamplaşmanın geldiği nokta açısından tutarlı buluyor ve bunu, CHP’nin HDP misali, sağdan birkaç küskünü seçimlerde kazanacakları yerden aday yapması üzerinden meşrulaştırma gibi bir politik tutuma başvuruyor.
Bu kurnazca tutumla iktidar açısından pek çok risk barındıran grup açıkça, Türkiye’yi Suudi Arabistan-BAE kampının tutumuna çekmek istiyor ve bunu Türkiye ekonomisi açısından avantajlı buluyor. Ancak Türkiye’de ABD karşıtlığının 12 Eylül 1980 öncesinden çok ötede olması, grubun işini zorlaştırıyor. Bu koşullar altında grubun ağır bir ekonomik kriz söz konusu olmadan iktidara koşması mümkün görünmüyor.
ABD de bu gruba asıl aktör olarak değil, yedek aktör gözüyle bakıyor olmalıdır. Zira ABD, son dönemde hiçbir dindar yapıyı, niteliği ne olursa olsun, bir iktidar kampının başında görmek istemiyor.
Bunun için ABD’nin “güvenilir, işbirlikçi muhalefet” hayaline CHP-HDP ittifakı karşılık geliyor.
2. CHP ile HDP arasında Deniz Baykal günlerinde düşmanlığa yakın bir ilişki söz konusuydu. HDP’nin CHP’ye yaklaşımı da hemen hemen MHP’ye yaklaşımı ile aynıydı. PKK de CHP’nin o dönemde bölgede teşkilatlanmaması için kayda değer bir uğraş verdi.
Ancak Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına geçtiği günlerden bu yana o karşıtlık, Graham Fuller ve Henry Barkey tarafından henüz 1990’lı yılların sonlarında geliştirilen bir program dahilinde yerini yakınlaşma ve işbirliğine bıraktı. Son seçimlerde bu işbirliğinin neticeleri de somut olarak görüldü. Önce HDP, CHP’nin desteğiyle baraj altında kalmaktan kurtarıldı; sonra HDP, CHP’nin İstanbul, Antalya, Adana gibi pek çok ilde başkanlıkları almasını sağladı.
Son HDP kongresinde bu ittifakı daha da geliştirecek yeni bir gelişme de oldu. HDP’nin erkek eşbaşkanlığına Mithat Sancar getirildi. Sancar, eski solcu da olsa Hasan Cemal ve Cengiz Çandar gibi ABD kampına tam olarak geçmiş “liberal” bir akademisyendir.
Sancar tercihinin HDP’ye bölgede yönelmiş muhalefeti azaltacağı düşünülmüş olmakla birlikte Sancar aynı zamanda “işbirlikçi, güvenilir bir muhalefet” portalının doldurulması için biçilmiş bir kaftan gibidir.
Dikkat edilirse dağıtılan/dağılan bir iktidar kampına karşı, toplatılan/toplanan bir muhalefet portalı ile yüz yüzeyiz.
İktidarın buna karşı bir önlemi yok değildir: İktidar, İyi Parti ve CHP’deki ulusalcı isimleri kampına çekerek dengeyi bozabileceğini düşünüyor. Ne var ki bu düşüncesini gerçekleştirebilmesi ancak dışarıda kendisini sarsacak bir kargaşanın içine sürüklenmemesi ve böyle bir kargaşanın içeride daha ağır bir ekonomik bunalıma yol açmasını engellemesi ile mümkündür.
Bununla birlikte toplumun bugüne kadar ihmal edilen, örselenen bütün kesimlerine yönelik bir hamle geliştirmek de RAND Corporation’un hayal ettiği darbenin engellenmesi için zorunlu görünmektedir. Hatta iktidarı, 2023’teki seçimli bir darbeden kurtaracak olan asıl budur.