Fethullah Gülen Hareketi ve Darbeler
28 Şubat darbesinin yıl dönümü dolayısıyla bu ara en çok 28 Şubat’ın darbe olup olmadığı ve çeşitli kesimlerden kişi ve kurumların 28 Şubat dönemindeki duruşları tartışılmaktadır. Şüphesiz her darbenin, hatta her yönetimin en az üç temel sacayağı vardır, olmalıdır. Bu üç sacayağı olmadan egemenlerin kendilerini güvende hissetmesinin mümkün olmadığını tarih bize açıkça gösteriyor. Kur’an bu üç sacayağını Firavun, Karun ve Bel’am’ın şahsında sembolize eder. Firavun yönetimi/gücü/askeri, Karun sermayeyi/parayı/medyayı ve Bel’am resmi dini/resmi dinin yönlendirdiği dini yapıları ve cemaatleri ifade eder.
28 Şubat’a bu açıdan bakıldığında darbecilerin bürokrat, asker, sermaye ve medya ayağının zaten dünden hazır olduğunu görmek mümkün. Bu konuda bir tartışma da yok nitekim. Tartışmanın yoğunlaştığı konu, dini bir yapı olan Fethullah Gülen ve hareketinin 28 Şubat dönemindeki tavrı.
Öncelikle şu tespiti yapmakta yarar görüyoruz. Fethullah Gülen veya onun konumunda olan bir insan, ne yapmalıdır ki, darbenin karşısında veya yanında olduğu anlaşılsın? Bize göre Gülen ya da onun konumunda olan herhangi birileri; verdikleri demeçlerle, yazdıkları yazılarla ve takındıkları tavırlarla saflarını belli ederler. Zira Gülen savcı veya hâkim değil ki darbecileri aklayan ve darbe karşıtlarını mahkûm edip hapse tıkayan bir hüküm versin. General veya paşa değil ki Sincan’da, Taksim’de tankları yürütüp darbe karşıtlarına gözdağı versin ve darbecilere sadakatini ilan etsin. Aynı şekilde yüksek rütbeli bir bürokrat, bakan veya başbakan değil ki darbe kararlarının altına imza atıp tez elden uygulanması için birimlerine göndersin. Fethullah Gülen görüş ve tavırlarıyla bir halk kitlesini yönlendiren, sevk ve idare eden bir din adamıdır. Bu nedenle ancak Fethullah Gülen’in yazılarına, demeçlerine, fetvalarına ve tavırlarına bakarak, darbeden yana mı yoksa darbe karşıtı mı olduğu anlaşılabilir.
Tıpkı medya mensuplarında olduğu gibi. Darbe yanlısı bir medya mensubu darbecinin işini kolaylaştıracak manşetler atar, yazılar yazar ve bu uğurda yalakalıktan, yalandan ve iftiradan da geri durmaz. Bu şekilde darbe yandaşlığını ve darbecilere sadakatini ispat etmiş olur. Kısacası siyasetçiler imzaları veya istifalarıyla, gazeteciler manşetleri ve yazılarıyla, din adamları da fetvaları ve açıklamalarıyla darbenin karşısında veya yanında olduklarını gösterirler. Öyleyse biz de Fethullah Gülen ve hareketinin 28 Şubat darbesine karşı tutumunu incelemeye, irdelemeye ve tartışmaya çalışacağız. Bunu yaparken de Gülen ve hareketine ne iftira atacağız ne de onları kayırıp söylediklerini görmezden geleceğiz. Kendi açıklamalarından yola çıkarak fotoğrafı netleştirmeye çalışacağız. Düsturumuz da şu ayetler olacaktır:
“Ey müminler, kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın aleyhinde bile olsa, adalete sıkı sıkıya bağlı kalınız ve Allah için şahitlik ediniz. Haklarında şahitlik ettiğiniz kimseler ister zengin, ister fakir olsunlar, Allah kendilerine herkesten daha yakındır. O halde nefsinizin arzusuna uyarak doğruluktan sapmayınız. Eğer kaypaklık eder ya da şahitlik yapmaktan kaçınırsanız, kuşku yok ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa suresi 4/135).
“Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik yapanlar olunuz. Bir kavme olan kininiz sizi ona karşı adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olun, çünkü o, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Maide suresi 5/8).
Gülen ve hareketinin 28 Şubat duruşu ile ilgili birkaç görüşten söz etmek mümkün.
***
1- Fethullah Gülen hareketine mensup veya yakın kimseler Gülen’in 28 Şubat darbesi dâhil hiçbir darbeyi desteklemediğini, darbelere olumlu bakmadığını; aksine bütün darbelere karşı olduğunu, hatta 28 Şubat darbesinin en mağduru olduğunu söylemektedir.
Söz gelimi Gülen hareketine mensup biri, Gülen’in Erbakan hükümetinin karşısında durduğunu zımnen kabul edip durumu kurtarmak için hikmet arama ve tevil etme yoluna giderek zalimin zulmünü hafifletmek için Erbakan’a karşı durduğunu ifade ediyor:
“Hocaefendi’nin o günlerde verdiği bir röportajda, Erbakan’ın artık bırakması gerektiği yönündeki sözlerini kullanarak, sanki Fethullah Gülen 28 Şubatçılarla işbirliği yapmış gibi bir algı oluşturmaya çalışıyorlar… Gülen’in o günkü tavrı, zalimlere karşı mücadele için zaman ve zemin şartları oluşuncaya kadar bir taktik olarak değerlendirilebilir.” (http://www.samanyoluhaber.com/yazar/abdullah-abdulkadiroglu/Fethullah-Gulen-uzerinden-28-Subati-sulandirma-operasyonu/736933/#ixzz1nwyfytKF)
Ali Ünal ise 03.07.2006 tarihli köşesinde Fethullah Gülen’in her türlü darbeye karşı olduğu iddiasını şu sözlerle dillendiriyor:
“Demokrasi sınavından yüz akıyla çıkmışçasına soruyorlar: 28 Şubat’ta ordu yanlısı bir tavır takınan Gülen, neden şimdi Şemdinli ve birbiri peşi sıra patlak veren çeteler hadisesinde özgürlükçü bir tavır ortaya koyuyor? Oysa bu iki tavır arasında Hocaefendi açısından hiçbir çelişkinin olmadığı apaçık. Darbelere her zaman karşı olmuş bulunan Hocaefendi, 28 Şubat’ta mevcut hükümetin darbe sebebi teşkil edeceğini gördüğü için, muhtemel bir darbenin önlenmesi maksadıyla hükümetin çekilmesini istedi. O, darbelere her zaman karşı oldu ama orduya karşı olmadı ve hiçbir zaman Atabeyler, Sauna ve yargının mahkûm ettiği Şemdinli tipi oluşumlara da destek vermedi. 28 Şubat’ta mevcut hükümetin hangi maksatla çekilmesini istemişse, şimdi de aynı maksatla çetelere karşı çıkıyor.”(Ali Ünal, Zaman Gazetesi, 03.07.2006, http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=299766 )
Zaman Gazetesi yazarı Bülent Korucu savunmayı bir adım daha ileri taşıyarak 28 Şubat darbesinin asıl hedefinin Gülen ve hareketi olduğunu ifade ediyor:
“… Sürecin bence birinci hedefi Hocaefendi ve camiasıydı…” (http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1253435)
Aslında Ekrem Dumanlı da 05.03.2012 tarihli yazısında bir darbenin gerçekleşebilmesi için belli sacayaklarına ihtiyaç olduğunu vurguluyor, ancak sadece asker ve medya ayağını dile getiriyor:
“Darbelerin faturasını sadece askerlere çıkarmak haksızlıktır… Sultan Abdülaziz’in şahadetinden beri bütün darbelerde dış destek söz konusudur mesela… Askerden çok askerci birtakım adamların kışkırtmaları her darbe çalışmasının temel motivasyon unsurlarından biridir. Tabii ki bir de medya! Hepsi de medya desteğiyle gerçekleştirildi. Hiçbir darbe yoktur ki medya desteği olamadan teşebbüs edilebilsin. Darbe dönemlerindeki asker-medya ilişkisinin en keskin örnekleriyle gün yüzüne çıktığı, en pervasız hadise 28 Şubat’tır.” (http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1254672)
Tabi Ekrem Dumanlı, darbelere medya desteğinin şart olduğunu söylerken kendi medyalarının bütün darbelerden yana tavır takındığını atlıyor. Bununla da yetinmiyor. Fethullah Gülen’in 28 Şubat’ın en mağduru olduğunu iddia ediyor. Oysa kazın ayağı hiç de öyle değil. Sözümüzün havada kalmaması için detaya inmeden peş peşe birkaç örnek vereceğiz. Ardından konuyu kapsamlı bir şekilde ele alacağız.
- 12 Eylül darbesinden 15 ay önce Sızıntı dergisinin 5. sayısında “Asker” isimli makalesinde Fethullah Gülen, hem askere övgüler yağdırıyor hem darbeye davetiye çıkarıyor hem de askere selam çakarak şu sözlerle bitiriyor yazısını: “Tuğa selam, sancağa selam ve onu tutan yüce başa binlerce selam…” (Yüce başın, darbenin komutanı Kenan Evren olduğunu hatırlatmak isteriz!)
- Darbenin bir ay sonrasında ise yine Sızıntı dergisinin Ekim sayısında “Son Karakol” adlı makalesinde darbeye alkış tutuyor ve darbecileri imdada yetişmiş Hızır’a benzeterek “…Ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz.” diyerek darbeye biatını ilan ediyor.
- Zaman Gazetesi, 28 Şubat darbe konseyinin seçti(rdi)ği darbe hükümetini “Hayırlı Olsun” manşetiyle karşılıyor ve daha birinci günden hayra(!) yoruyor:
- Hüseyin Gülerce, 29 Şubat 2000 tarihli köşesinde 28 Şubat’ın her anlamda hayırlı olduğunu utanmadan ve çekinmeden deklare ediyor:
“Şimdi biraz şaşırtıcı gelecek; ama böyle bir hengâmede 28 Şubat her iki bakımdan da yararlı oldu.
Hem içte ve dışta rahatlama sağlayacak olumlu değişimi hızlandırdı, hem de samimi, mazbut büyük İslami çoğunluk ile İslam adını lekeleyen, kullanan, yüce dinimizi vahşete alet etmek isteyen zavallıları ayırdı.
Hem ‘Siyasal İslam’ diyenlerin gözü açıldı, hem milletimizin gözü açıldı…28 Şubat’ın bir faydası daha oldu.
‘İslami kesim’in mantalitesi ve ufukları değişti… ‘İslami kesim’ artık şunu anladı. Din, siyasete alet edilmemeli… Hoşgörü olmadan bir yere varılamaz. Fürüatlara takılarak tebliğde imrendirici olunamaz. 28 Şubat sürecine bir de bu açıdan bakılmalı.” (http://arsiv.zaman.com.tr/2000/02/29/yazarlar/11.html)
Hüseyin Gülerce’nin bu sözleri üzerine biz de aşağıya 2002 Kasım seçimlerinden sadece bir hafta önce Zaman Gazetesi’nin dini ve ahlaki açıdan yayımlamakta beis görmediği, CHP’nin İslam’a hakaret dolu reklamını aşağıya alıntılıyoruz. Bu ibretlik resme bakarak; ‘İslam’ın adını lekeleyen’in kim olduğunu, dini hem siyasetlerine hem çıkarlarına hem de korkularına kimin alet ettiğini, ‘hoşgörülü’ olayım derken kimin dinle adeta alay edip ‘horgördüğü’nü, ‘furuata’ takılmamaktan kastın ‘dini ölçüleri hiçe saymak mı olduğunu?’ okuyucular kendileri takdir etsin.
“Çağdışı yönetim”den, “yüzünü geriye çevirmek”ten ve “geriye dönmek”ten kastın İslam olduğunu bilmem söylemeye gerek var mı? Adama sormazlar mı: Ey Zaman Gazetesi yetkilileri, siz bu reklamı hangi İslami, insani, vicdani ilkeye dayanarak yayımladınız. Sizin kendinize, kendi tabanınıza bile saygınız yok mu? Siz bu reklamı tersinden herhangi bir kartel medyasında yayımlatabilir misiniz? Yoksa size “Yok kardeşim, biz daha ölmedik, o kadar da olmaz, bizim ‘laiklik’ diye bir ilkemiz var; bu ilkemizi çiğneyemeyiz.” denir ve geri mi çevrilirsiniz? İşte sayın Gülerce ‘furuat’ ilkesi(zliği), adamı bu hale getirir.
2- İslamcı olmayanlar arasında birkaç elin parmağını geçmeyecek sayıda az bir kesim ise Fethullah Gülen’in 28 Şubat’a alkış tuttuğunu ifade etmektedir. Gülay Göktürk ve Ruşen Çakır gibi.
3- İslamcı kesimin geneline gelince. Aslında Fethullah Gülen ve hareketinin darbecilerle aynı safta durduğuna, sadece kendilerini ve yapılarını kurtarmanın derdinde olduklarına, bunun için de ne yapmak gerekiyorsa yaptıklarına, kime sığınmak gerekiyorsa sığındıklarına ve bu uğurda hiçbir insani ve İslami ilkeyi umursamadıklarına inanıyorlar. Fakat bunu dillendirmiyorlar. Ya çekindikleri için dillendirmiyorlar ya da tıpkı Gülen hareketinin darbe dönemlerinde güttüğü mantığı güdüyorlar. Ortak düşman var, konjonktür gereği, maslahat icabı vs.
Oysa biz; söz konusu kim olursa olsun vicdandan, dürüstlükten ve adaletten şaşmamak gerektiğini düşünüyoruz. İster en yakınlarımız aleyhinde olsun isterse düşmanlarımız lehinde olsun. Bir Müslüman olarak ölçümüz yukarıdaki ayetler olmalı.
Biz bu makalede daha çok birinci gruba yönelik olarak Fethullah Gülen’in 28 Şubat darbesine karşı tutumu ile genel olarak darbecilere ve askere bakışını ele alıp tartışacağız.
28 ŞUBAT DARBESİ VE FETHULLAH GÜLEN
28 Şubat Kararları Ne Darbedir Ne de Muhtıra, Bilakis Tavsiyenamedir
Son birkaç yılda 28 Şubat söz konusu olduğunda Gülen medyası konjonktüre uygun olarak “28 Şubat postmodern darbesi”, “28 Şubat darbesi” veya “28 Şubat askeri müdahalesi” kavramlarını kullanmakta beis görmemektedir. Oysa Fethullah Gülen, 28 Şubat sonrası kendisiyle yapılan röportajlarda 28 Şubat kararlarına değil darbe, muhtıra dahi denemeyeceğini açık ve net bir şekilde ifade ediyor. 28 Şubat’ın en fazla bir tavsiyename olduğunu söyledikten sonra bunun ‘Milli Güvenlik Kurulu Sosyal Mutabakat Metni’ şeklinde algılanması gerektiğinin ısrarla altını çizip 28 Şubat’a muhtıra demenin askeri suçlamak olacağını vurguluyor:
“…Dış yapısı itibariyle kararlara bakılınca bir muhtıra şeklinde de yorumlayabilir bazıları. Ben şahsen öyle yorumlamak istemiyorum. Öyle yorumlamamak için de bazı sebepler var. Bunun kitaplardaki yerini aramaktan ziyade 12 Mart muhtırasına muhatap olan insanlardan biri olarak yaşadım, gördüm. Muhtıra muhtıraydı. Doğrudan doğruya devletin dışında, Cumhurbaşkanı ve Başbakanın dışında, Bakanlar kurulunun dışında, devlete tavsiye şeklinde değil, doğrudan doğruya bazı şeyler gönderdiler ki, devlet tecrübesi olan Cumhurbaşkanı devleti devretti. Bu millet, avam halk bile muhtıranın ne olduğunu gördü.
Oysa burada belli ölçüde Milli Güvenlik Kuruluyla, Dâhiliye Vekili ve Hariciyeden insanlar var. Devletin başındaki insan başbakan var. Oturuyorlar bunlar aralarında konuşuyorlar, Türkiye’nin bir krize doğru kaydığını müzakere ediyorlar. Bazı aşılmaz problemler ve ileriye matuf endişe verici bazı şeylerin söz konusu olduğu kararına varılıyor ve sonrasında ortaya bir tavsiyename çıkıyor. Bir tavsiyename diyoruz. Bu tavsiyenameye orda herkes imza atıyor, bir ikisi de sonra atıyor. İmzayı geciktirmede kendi açılarından bir mülahazaları olabilir… Burada tavır koymadan daha ziyade, Jan Jaqoues Rousseou mülahazasıyla yaklaşacak olursak Güvenlik Kurulu İçtimai Mukavelesi denebilirdi. Yakışıksız bir şey oldu ama karşılıklı oturup bazı şeyleri görüşmüşler ve mukaveleye imza atılmış.
Bu mukavelede ele alınan tavsiye kararlarını bu açıdan ben şahsen muhtıra şekliyle algılanmasını telif edemiyorum. Niçin bu işin üzerinde bu yorumlarla duruluyor, askeriye muhtıra verdi diye suçlanıyor? Ben bunu yanlış buluyorum.” (Samanyolu TV / Osman Özsoy ve Mim Kemal Öke İle / 29.03.1997)
28 Şubat Kararları İçtihattır ve İçtihat Edenler de Düşüncelerinde Masumdurlar
Yine aynı dönemde MGK kararlarını dayatanların sorumluluk bilinciyle hareket ettiklerini, bu nedenle yaptıklarından dolayı masum olduklarını, hatta bu kararlara içtihat mantığıyla da yaklaşılabileceğini, isabet ettilerse iki sevap etmedilerse bir sevap alacaklarını ifade ediyor Gülen:
“ Soru: MGK kararlarının siyasetteki yeri nedir sizce?
Cevap: … Mesela şimdi onlar da şöyle düşünüyorlarsa, biz burada milli güvenlik, milletimizin güvenliğini şayet koruma mevkiinde bulunuyorsak ister gerçekten öyle olsun ister bizim içtihatlarımıza, algılamalarımıza göre şu gelişmelerde rejim için şayet bir tehlike ise bizim sorumluluğumuz altındadır bunlara müdahale etmek. Müdahale etmediğimiz zaman tarih önünde suçlu oluruz mülahazasıyla hareket ediliyorsa meseleyi böyle algılıyorsa bana göre onlar masumdurlar. Eğer işin içinde bir hata varsa bu içtihat hatasıdır. Hatta fakihlerin mülahazasıyla da yaklaşılabilir, içtihattaki hatalar bir sevap kazandırır, isabet olursa iki sevap kazandırır mülahazası.” (Kanal D / Yalçın Doğan’a Verdiği Mülâkat / 16.04.1997)
28 Şubatla Uçurumdan Geriye Dönülmüştür
“Fakat tıpkı bir kangren olmuştu… Buna neşter vurma manasında bir şey yapıldı. Birdenbire böyle kaoslu bir durumdan, nizama, intizama, ahenge geçilmesi elbette pek mümkün değil. Fakat şu anda bir uçurumdan geriye dönülmüştür. Dilerim inşallah, birileri çıkıp içinden zor sıyrıldığımız o fasit dairenin içine milleti bir daha çekmez.” (Yasemin Çongar’la Röportaj; Milliyet; 31.08.1997)
Asker Anayasanın Gereğini Yapıyor Üstelik Sivillerden de Daha Demokrattır
Fethullah Gülen, askerlerin anti demokrat olmadıklarını, anayasanın gereğini yaptıklarını, çok mantıklı davrandıklarını, hatta sivillerden daha demokrat olduklarını sözü hiç dolandırmadan apaçık ifade ediyor:
“… Askerlerimiz bir yönüyle yaptıkları bazı şeylerden ötürü bazı çevrelerce, belki antidemokratik davranıyor sayılabilirler. Ama onlar konumlarının gereğini anayasanın kendilerine verdiği şeyleri yerine getiriyorlar. Hatta dahası, ben zannediyorum, onlar, bazı sivil kesimlerden daha demokrat. Biraz evvel arz ettiğim mülahazalar açısından herhalde onların temsil ettikleri kuvvet şu partiler arasında birbirini istemeyen insanların elinde olsa bir gece hızlı bir baskınla gelirler hasımlarını bertaraf ederler onun yerine otururlar. Kuvvet ellerinde olduğu halde. Fakat çok mantıki davranıyorlar. Çok muhakemeli davranıyorlar. Epey zamandan beri. His öne çıkmıyor burada ve kuvvet, güç gösterisi şeklinde öne çıkmıyor. Bana demokraside daha dengeli geliyorlar, o açıdan…” (Kanal D / Yalçın Doğan’a Verdiği Mülâkat / 16.04.1997)
Asker MGK’da İnsaflı ve Demokratik Bir Tavır Takındı
Aşağıdaki mülakatında görüldüğü gibi Fethullah Gülen 28 Şubat kararlarından sadece bir ay sonra askerin tavrını şiddetle savunuyor. ‘Eğer kötü niyetli olsalardı oturup da meseleyi altı saat boyunca konuşmazlardı, yumruğu masaya vurup bu iş böyle olacak der, çıkarlardı.’ diyor. Bu nedenle askerin çok yumuşak ve insaflı davrandığını, anti demokratik yollara başvurmadığını ısrarla vurguluyor Fethullah Gülen.
“Askeriye gerçi gücü temsil ediyor. Gücün temsil edildiği yerde mantık, muhakeme tam kıvamına da ulaşmayabilir. İsteselerdi orada bu böyle olacak diyebilirlerdi. Oturup orada meseleyi altı saat müzakere etmezlerdi.
Demek ki, devlet başkanının huzurunda meseleye çok yumuşak ve insaflıca yaklaştılar. Orada bir kısım tavsiye kararlarını ortaya koydular. Bu süre içinde tatbikini devlete bıraktılar. Yani demokratik yollardan problemler çözülsün istediler. Antidemokratik mücadelelere başvurmayı düşünmediler. Ben bunu böyle algılıyorum.” (Samanyolu TV / Osman Özsoy ve Mim Kemal Öke İle / 29.03.1997)
MGK Anayasal Bir Kurumdur ve Anayasanın Gereğini Yapıyor
Gülen; MGK’nın gökten zembille inmediğini, anayasal bir kurum olduğunu, kanun dışı bir iş yapmadığını ve yaptıklarının anayasanın bir gereği olduğunu çok net söylüyor:
“Fakat şurası da bir gerçek ki milli güvenliğin hali hazırdaki konumu anayasal bazı esaslara dayandırılmıştır. Milli Güvenlik Kurulu her şeyi aşarak, kanunları aşarak, parlamentoyu aşarak, anayasayı aşarak kendi kendine o konuma yükselmemiş, oraya gelip oturmamış ve millete karar yağdırmıyor yani, anayasal bir müessesedir. Anayasal bir müessese, anayasanın gerektirdiği yerde kendi konumunun gerektirdiği şeyleri yerine getirmeyi düşünür.” (Kanal D / Yalçın Doğan’a Verdiği Mülâkat / 16.04.1997)
Burada daha ilginç olan bir başka nokta ise; 1998’de Fethullah Gülen’in onural başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından kendisine “hoşgörü ödülü” verilmek istenen ancak kendisinin reddettiği dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, Fethullah Gülen’in bu demecinden sadece 22 gün önce (25 Mart 1997) MGK kararlarıyla ilgili olarak ilk kez konuştuğunda neredeyse aynı ifadeleri kullanıyordu: “MGK anayasal bir kuruluştur. Burada alınan kararlar, herkesin riayet etmesi gereken kararlardır.” Bu bir tesadüf müdür yoksa ağız birliği midir? Takdir okuyucunun!
Askeri Darbeler Kimi Zaman Gereklidir
Fethullah Gülen, Ali Ünal’ın veya diğerlerinin iddia ettiği gibi darbelere karşı olmadığını, darbeleri büsbütün reddetmemek gerektiğini, darbelerin çok da isabetsiz olmadığını yoruma mahal bırakmayacak şekilde ortaya koymaktadır. Üstelik ülke olarak mevcut iyi halimizi(!) bile 12 Eylül darbesine borçlu olduğumuzu söylemekten çekinmemektedir:
“Ama bazı durumlar olmuştur ki askeri müdahalelerin neşter vurması söz konusu olmayınca belki o kangren bertaraf edilememiş, o kanser aşılamamıştır. Türkiye’yi 12 Mart muhtırasına götüren dönemleri biliyorum. O dönemde gadre uğrayanlardan birisiyim. 12 Eylül dönemini de çok iyi biliyorum. Devlet memuruydum, vazu nasihat ediyordum. Herkes belli bir hevesin zebunu Türkiye’yi bir yerlere çekmek istiyorlardı. Ve çekilmişte olabilirdi 12 Eylül’de. Türkiye bir ejderin ağzına atılmış olabilirdi. Ve şimdi biz Asya’daki o devletler gibi perişan, derbeder, yıkık-dökük Rusya’nın vesayetinde bir hale gelebilirdik. Bu açıdan askerî müdahaleleri bütün bütün yadırgamak, bütün bütün isabetsizdir demek doğru değildir ama acaba demokrasi içinde askeri güç o dönemde anarşiyi aşamaz, kargaşanın önüne geçemez miydi? Terörü bertaraf edemez miydi? Bunları geleceğin sosyologları, felsefî tarihçileri değerlendirecek, hükümlerini verecek, yanlış iş yapanları efkar-ı ammede mahkum edecekler. Tarih de mahkûm edecek onları. O bakımdan o hususlara girmek istemiyorum.” (İnter Star TV / 6 Temmuz 1995)
‘Asker Muhtıra Verdi’ deyip Askerin Günahına Girmeyin
Fethullah Gülen 28 Şubat’ta askerin muhtıra verdiğini söylemenin askerin günahına girmek olacağını, görünürde böyle bir şey olmadığını, ihtimaller üzerinden ise konuşmamak gerektiğini söylemektedir:
“Fakat insanların müzmeratına (günahına) girerek onları bir şeye mahkûm etmek doğru değildir. Muhtemellere hüküm bina etmek suizan kapısını açar. Ve muhtemellerle mahkûm edilmedik insan kalmaz. Bu açıdan buna muhtıra denmez. Muhtıra bir gücün başka bir tarafta iş yaptırması, birine karşı açıktan açığa bu yapılsın şeklinde tavır koymasıdır.” (Samanyolu TV / Osman Özsoy ve Mim Kemal Öke İle / 29.03.1997)
Darbeler Hep Kötü Niyetli Olmamıştır Fakat Darbecilik Bir Uzmanlık Alanıdır
Fethullah Gülen darbelerin her zaman kötü niyetle yapılmadığını, darbenin kimi zaman bir gereklilik olduğunu, fakat herkesin darbe yapma becerisi olmadığını, bunun bir uzmanlık alanı olduğunu, ancak zamanının ve zemininin iyi hesaplanması gerektiğini şu sözlerle ifade ediyor:
“Darbeciler hep su-i niyetli (art niyetli) olmamışlardır. Güzel şeyler olmuştur. Fakat darbede çok önemli kayıplar da olmuştur. Bunların başında demokrasi inkıtaa uğramıştır. Bir sürü tecrübe, birikim heba olmuştur. O ölçüde tecrübe ve birikime sahip olmayan insanlar başkalarından beslenmek, sistemi çürütmek hevesine sahip olmuşlar. Oysa ki bu da bir uzmanlık sahasıdır. O açıdan darbe tam bir çözüm değildir. Darbe, çaresizlikte hekimin neşteri gibi, komplikasyonları da nazar-ı itibara alınarak yapılan bir mualecedir (tedavidir), Arap atasözü vardır. ‘Dağlama en son çaredir.’ Bütün mualeceler kullanılır, en son demir kızdırılır, basarlar. Bu bir yönüyle kader-denk noktasında bir değerlendirmedir. Bu götürebilir de, yerinde bırakabilir de.” (Samanyolu TV / Osman Özsoy ve Mim Kemal Öke İle / 29.03.1997)
Askerden Yana Hiç Endişeniz Olmasın
28 Şubat kararlarından bir ay sonra Gülen, Türk milletinin asker millet olduğunu, askerin ve askerliğin bütün benliğimizi kuşattığını, bu nedenle askeri bağrımıza basmamız gerektiğini ve askerden yana hiçbir endişeye kapılmamak gerektiğini şu sözlerle açıklıyor:
“Türk milleti asker bir millettir. O kadar askerle bütünleşmiştir ki, yeri geldiğince Malazgirt’ten Çanakkale’ye, Çanakkale’den Kıbrıs’a uzanan çizgide askerlik vak’ası bütün şuuraltımızı etkilemiştir. Bugün de Güneydoğu’da seve seve canlarını vererek şehid düşen askerlerimiz vardır. Bunlar milletimizin askere olan manevi bağlarının ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir. Kim ne derse desin asker millet, askerini sever, bağrına basar ve o asker ocağına peygamber ocağı nazarıyla bakar. Kimsenin hiç endişesi olmasın.” (Samanyolu TV / Osman Özsoy ve Mim Kemal Öke İle / 29.03.1997)
Asker Hiçbir Zaman Dindarlara Karşı Olmamıştır
Gülen; askerin hiçbir zaman dine ve dindarlara karşı olmadığını, bu konuda askeri oyuna getirmek isteyenlere karşı askerin çok uyanık ve bilinçli olduğunu, kendisinin askere inancının ve güveninin tam olduğunu ve hayatı boyunca askerin dine karşı olmadığını göstermek için çabaladığını açık açık söylemektedir:
“Soru: Orduya sızmaya çalıştığınız iddialarına cevabınız ne olacak?
Cevap: Hayatımda hiçbir zaman orduya ters, ordu aleyhinde ve ordunun kabûllerine aykırı bir faaliyetim olmamış ki, orduyu faaliyetlerime engel görerek, ona sızmaya çalışayım. Asıl, Din’in her türlü tezahürüne karşı çıkıp, lâikliği ve Atatürkçülüğü dinsizlik şeklinde takdim edip, kendi emelleri istikametinde kullanmak isteyenler, ordunun lâiklik ve Atatürkçülük konusundaki hassasiyetini istismarla, onu bu ülkenin dindar ve vatansever evlâdlarına karşı kışkırtmaya çalışıyorlar. Ordu, ilki bizzat ordunun komutanını, genelkurmay başkanını müebbed hapse mahkûm edecek bir cunta hareketi olarak, Cumhuriyet tarihinde üç defa idareye müdahalede bulunmuş, fakat her müdahale sonrasında hiçbir zaman Din ve dindarlar aleyhinde, kendisini Din aleyhinde kışkırtanların istekleri istikametinde bir uygulamada bulunmamıştır. Asıl tehlike, ordu ile bağrından çıktığı milletimizi ve onun mukaddeslerini karşı karşıya getirme çalışmalarındadır. Ordunun bunun şuurunda olduğuna inancım tamdır.” (Aksiyon / 6 Haziran 1998 / Sayı 183)
“Ordumuzu bu milletin varlık ve bekasının her zaman en birinci şartı saymış benim gibi bir insan için, bu tür müessif hadiselerden daha kahredici bir şey olamaz. Ordu, bu milletin dinine, inancına, asli değerlerine karşı gibi gösterilmek istenmektedir. Bu tür çalışmalara karşı zaman zaman düşüncelerimi ifade etmişimdir. Bu müessesenin dinin karşısında olmadığını göstermek ona karşı saygısızlıksa ne diyeceğimi bilemiyorum.” (Show TV / Reha Muhtar’la Ana Haber Bülteni / 22.06.1999)
Ben Kim Oluyorum Ki Orduya Karşı Geleyim
Fethullah Gülen ordu ile arasında bir gerginliğin olmadığını, kendisinin askeri çok sevdiğini, hatta asker olmak istediğini; eğer askerin bir rahatsızlığı söz konusu ise bunun askerden değil kendisinden kaynaklandığını, askerin laiklik ve cumhuriyet noktasında çok hassas olduğunu ve bu nokta da haksız sayılmadığını ifade ediyor:
“Bir kere orduyla aramızda bir gerginlik olduğunu kabul etmiyorum. Ben kim oluyorum ki böyle gaziler evladı şehitler namzedi bir orduyla arasında gerginliğe hak versin. Burada orduya karşı saygı duyuyorum derken de bazıları acaba mülahazası ne diye aklına gelebilir. Ama benim atalarım asker. Edirne’de Bulgara karşı savaşan Şükrü Paşa özbeöz benim dedem. Ailemde hep asker kahramanlıkları duydum. O kahramanlık yanının etkisiyle okuyup asker olayım diye düşünmüşümdür.
Askere karşı bir sevgim var. Bir rahatsızlık varsa o benim bazı tavırlarımdan kaynaklanmış olabilir. Ordu bazı konularda hassastır, duyarlıdır. Onlar da zamanın ve kendi bildiklerinin tesirlerinde bazı yorumlar yapıyorlardır. Onlar laiklik ve cumhuriyet gibi hassas konularda vazifeleri ve sorumlulukları gereği daha fazla hassas olma durumundadır. Bazı manipülasyonlar bu hassasiyete çarpınca böyle şeyler olabiliyor.” (Milliyet / Özcan Ercan’la Röportaj / 5 Nisan 1998)
Cumhurbaşkanı Demirel de Sorumluluğunun Bilincindedir
Görüldüğü gibi Fethullah Gülen MGK’nın üç sacayağından birini oluşturan askerin 28 Şubat’ta hiçbir kabahatinin olmadığını ifade etmekte ve her yaptığını onaylamaktadır. Diğer sacayağını oluşturan ve MGK’ya da başkanlık eden dönemin cumhurbaşkanının da sorumluluğunun bilincinde olduğunu ve ona güvendiğini ifade ederek bütün suçu, günahı ve kabahati diğer sacayağını oluşturan REFAHYOL hükümetine yıkmaktadır:
“… Ben Türk toplumuna tavsiyede bulunma durumunda, konumunda değilim, ama düz bir vatandaş olarak hislerimi ifade etmede de bir beis görmüyorum. Sayın Cumhurbaşkanımız bu mevzuda kendi sorumluluklarının şuurundadır. Zannediyorum dengeye çok hizmetleri olacaktır.” (Kanal D / Yalçın Doğan’a Verdiği Mülâkat / 16.04.1997)
Darbenin Genelkurmay Başkanı Karadayı’ya Hoşgörü Ödülü
Fethullah Gülen hareketi, kendisini kurtarmak için ne yapacağını şaşırmış vaziyettedir o dönemde. Darbecilerin gözüne gireceğim, onların hışmından kurtulacağım diye; darbe yapmış silahlı bir yapının başındaki isme hoşgörü (!) ödülü vermeye kalkıyor. Fakat Gülen hareketin onurunu(!), yine darbeci generalin kendisi hoşgörü ödülü teklifini reddederek kurtarıyor:
“Kaya, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’ya, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın Yılın Hoşgörü Ödülü’nü vermek istediğini de Çevik Bir’e söyledi. Bu talep de reddedildi.” (Nazlı Ilıcak; Her Taşın Altında “The Cemaat” Mi Var?; sf. 154)
Darbenin Komutanı Almadı Ödülü, O Zaman Başkomutana Verelim
Darbenin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın hoşgörü ödülü teklifini reddetse de Gülen hareketinin o müthiş azmini (!) kırmaya muvaffak olamaz. Madem darbenin komutanı ödülümüzü kabul etmedi, biz de bu ödülü Başkomutana vermezsek namerdiz, derler ve başarılı da olurlar. Başkomutan Demirel, toplantıya katılmakla ve ödülü almakla marjinal (!) düşüncelere bir mesaj vermiş oluyormuş, engin tecrübeleriyle birlik mesajı veriyormuş ve burada sarf ettiği sözler özel anlam taşıyormuş:
“Sayın Cumhurbaşkanı da teşrifleriyle bunun altını çizdi. Kamu vicdanına mutabık davrandı ve milletin sesine tercümanlık yaparak cumhurun reisi olduğunu bir kere daha fiilen gösterdi. ‘Ülkemde yaşayan kim olursa olsun, kuzeylisi, doğulusu, batılısı hangi etnik köken, inanç ve mezhepten olursa olsun hepinizi kucaklıyorum’ sözü marjinal düşüncelere bir cevap niteliği taşıyordu. Engin tecrübeleriyle huzursuzlukları aşmasını bilen Cumhurbaşkanımız uzlaşmaya devletin de taraf olduğunun altını tekrar tekrar çizmiş oldular. Cumhurbaşkanımız, ‘İbret dolu, ders dolu bir geceydi. Bu plaketi ülkenin bölünmez bütünlüğüne, Türk milletinin mutluluğuna verilmiş sayıyorum. Çünkü ben Türk devletini, milletin birliğini, bütünlüğünü temsil ediyorum’ sözleri özel bir anlam taşıyordu.” (Zaman Gazetesi; 27.12.1997; http://tr.fgulen.com/content/view/2599/11/)
Koskoca(!) Gülen hareketinin bir kurumu olan koskoca(!) Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından, darbeden yeni çıkmış koskoca(!) Türkiye Cumhuriyeti’nin koskoca(!) Cumhurbaşkanı’na koskoca(!) hoşgörü ödülü verilecekse; bu ödülü elbette ve mutlaka koskoca(!) Fethullah Gülen Hocaefendi(!) verecektir. Bu sözler mealen Zaman Gazetesi ve Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’na ait. Doğrusu bize de sorulsaydı, biz de Fethullah Gülen’den başkasını layık görmezdik böyle bir şerefe(!):
“Demirel’e şükran plaketini Fethullah Gülen Hocaefendi’nin takdim etmesi?
Bir yerde Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanına bir ödül verilecek, bu ödül de uzlaşı ve hoşgörü eksenli olacak ve Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi de orada bulunacak. Sayın Cumhurbaşkanına başka kim takdim edebilirdi ki bu ödülü.” (Zaman Gazetesi; 27.12.1997; http://tr.fgulen.com/content/view/2599/11/)
MGK Sekreteri ve Hava Kuvvetleri Komutanı İle Yunanistan’a Atatürk Lisesi
28 Şubat darbesinin en vahşi ve kasvetli yüzünü gösterdiği 1998 yılında İslami çevrelerin kimisine operasyon üstüne operasyon yapılıyor, kimisi çok zorlu şartlarda direnişe ve mücadeleye devam ediyor, kimisi de dağılan parçalarını toplamaya ve ayakta kalmaya çabalıyor. İşte milli görüşçüsünden hak yolcusuna, tarikatçısından radikal İslamcısına kadar bütün İslami kesimlerin yok edilmeye çalışıldığı bir ortamda; Fethullah Gülen, MGK’nın Genel Sekreteri – ki sonradan BÇG’nin beyni konumunda olan Hava Kuvvetleri Komutanı da olacak – ile irtibata geçip Yunanistan’a “Atatürk Lisesi” açmanın derdiyle yanıp tutuşuyor:
“Soru: Yunanistan’da okul meselesi nedir?
Cevap: Konuyu şimdiki Hava Kuvvetleri Komutanımız İlhan Kılıç Paşa biliyor. O zaman MGK Genel Sekreteriydi kendisi. Patrik hazretleriyle bir görüşme yapmam söz konusu olmuştu, kendisinin Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılması için siyasiler nezdindeki girişimlere destek vermemi isteyeceğini biliyordum. Ortodoks dünyasının din görevlilerinin Türkiye’de eğitim görmeleri vicdanen de, siyaseten de doğruydu bana göre. Karşılık olarak Selanik’te Atatürk adına bir lise açılmasına izin verilmesini sağlamasını istemeyi düşündüm. Bu düşüncemi Kılıç Paşa’ya ilettim, yerinde bulmaları üzerine Patrik Hazretlerine yansıttım. Ama netice alınamadı.” (Radikal / Avni Özgürel’le röportaj / 21 Haziran 1998 / http://tr.fgulen.com/content/view/3742/5/)
Fethullah Gülen’den Çevik Bir’e İçeriği Zillet Dolu Mektup
Bu konunun içeriğine geçmeden önce Yıldıray Oğur’un 05.03.2012 tarihli “28 Şubat’ın Çevik Paşası Bir’in İsrail Aşkı” başlıklı yazısının okunmasını tavsiye ederiz. Tabi Yıldıray Oğur’a da ‘Çevik Bir’le ilgili her şeyi yazdın da neden Gülen’in ona yazdığı mektuba değinmedin?’ diye sormak gerekir. Zira bu mektubu kartel medyasından herhangi biri yazsaydı, hem liberallerin hem de muhafazakâr dindar kesimlerin haklı olarak dilinden hiç düşmezdi. Fakat bu mektubu yazan Fethullah Gülen olunca görmezden geliniyor, görülse bile tevil ediliyor, hayra yoruluyor, taktik deniyor, başka çare yoktu deniyor vs.
Fethullah Gülen daha mektubun girişinde Çevik Bir’e, övgü üst sınırını da aşarak bize göre zilletten başka bir sözcükle ifade edilemeyecek methiyeler diziyor ve Bir’in yüksek hoşgörüsüne (!) şöyle sığınıyor:
“Genel Kurmayımızın çok değerli ikinci Başkanı
Sayın Komutanım
Son günlerde medyamızda yeniden gündeme gelen ve yanlışlıkla ismimle birlikte anılan okullarla ilgili olarak, şu birkaç satırla huzurlarınızı işgal edeceğim için yüksek af ve hoşgörünüze sığınıyorum…
Değerli Komutanım, Kahraman ordumuzun şerefli bir mensubu ve en yüksek rütbede bir komutanı olarak takdir buyuracağınız üzere… ” (http://yenisafak.com.tr/arsiv/2000/ekim/16/dizi.html)
Mektubun devamında Gülen kurdukları okulların Türkiye Cumhuriyeti’nin laik yapısına aykırı bir faaliyette bulunmadığını, okulların da Türkiye adına lobi faaliyeti yapmaktan başka bir amaç gütmediğini, bu okulların zaten devlete ait olduğunu, fakat yine de istedikleri zaman okulları devlete devredebileceklerini, kendilerinin de ne zaman isterlerse okulları şereflendirip teftiş edebileceklerini çok uysal(!), efendi(!) ve nazik(!) bir üslupla dile getiriyor:
“Tamamen Türk eğitim sistemine bağlı olarak faaliyet gösteren bu okullarda eğer, Türkiye Cumhuriyeti’nin lâik, bağımsız ve sosyal bir hukuk devleti özelliğinin aksine bir faaliyet varsa, devletimizden önce ben, bu okulların açılmasını teşvik etmiş bir olarak kapatılmalarını teşvik ederim… Bununla birlikte, devletimiz, zaten kendisinin olan bu okulları dilediği zaman devralabilir. Kaldı ki, bu okullar zaten devletimizin olduğu için, böyle bir devirden söz etmek bile abestir…
Türkiye Cumhuriyeti’ni koruma ve kollama vazifesini deruhte etmiş (üstlenmiş) şanlı ve kahraman ordumuzun seçkin ve şerefli bir mensubu ve Genel Kurmayımız’ın İkinci Başkanı olarak, ne zaman, nerede ve ne şekilde arzu buyurursanız bu okulları şereflendirebilir ve her türlü teftişi yapabilirsiniz… ” (http://yenisafak.com.tr/arsiv/2000/ekim/16/dizi.html)
Bu mektubu okuduğunda insan sormadan edemiyor. Biz Çevik Bir’i bir general olarak bilirdik. Ne zamandan beri Milli Eğitim Bakanı, siyasetçi, hükümet temsilcisi veya eğitimden sorumlu bürokrat oldu. Bilen varsa söylesin Allah aşkına. Teslimiyetçi politikalar izleyerek okulları devlete teslim etme girişimi ayrı bir konu. Bize göre de okullar zaten devletin, hem de derin devletin himayesinde gelişmiştir. Nitekim birçok yerde Gülen MİT’in okulları desteklediğini söylüyor. Ayrıca Özal ve Demirel gibi devletin tepesindeki birçok ismin okullara kefil olup destek mektupları yazdıklarını biliyoruz. Fakat tuhaf olan durum şu ki eğitimle ilgili bir meselede Gülen neden Başbakan’a veya Milli Eğitim Bakanı’na değil de Genelkurmay ikinci başkanına, darbenin ve BÇG’nin mimarlarından birine başvuruyor. Nazlı Ilıcak’ın aktardığına göre Çevik Bir de bu teklifi Milli Eğitim Bakanı’na götürmeleri gerektiği cevabını vermiş nitekim:
“O görüşmede Kaya, Bir’e, ‘Gülen’in, okulları, Milli Eğitim Bakanlığı’na devretmeye hazır olduğunu’ söyledi. Çevik Bir, Kaya’ya, ‘Bunun yeri burası değil, Milli Eğitim Bakanlığı’na gideceksiniz’ cevabını verdi.” (Nazlı Ilıcak; Her Taşın Altında “The Cemaat” Mi Var?; sf. 154)
Şimdi “Gülen’in bu davranışı, siyasi muhatapları hiçe sayıp darbecileri gerçek siyasi muhatap kabul etmek ve hatta biat etmek anlamına gelir.” dersek; yanlış mı söylemiş oluruz, iftira mı atmış oluruz? BÇG’nin baş mimarlarından birini ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni koruma ve kollama görevine nail olmuş, üstelik şerefli(!) ve seçkin(! )’ olarak bize sunan Fethullah Gülen; nasıl olur da darbe karşıtı ve hatta darbe mağduru olur. Ali Bulaç, Ali Ünal ve diğerleri bizimle alay etmeden buna bir cevap vermeli.
“Madem öyle 28 Şubatın bir mağduru(!) olarak hâlâ ABD’de sürgünde(!) yaşadığı ve 1999’daki Gülen ve hareketine yönelik başlatılan kampanyalara ne demeli?” sorusuna aşağıda detaylı gireceğiz.
Gülen Çevik Bir’e olan hürmet, muhabbet ve teslimiyetinde hızını alamamış olacak ki; darbecinin bir mektupla vaktini meşgul ettiği için edepsizlik ettiğini, bunun için özür dilediğini beyan ediyor ve en derin saygılarla yeni yılda da (1998 yılı) Çevik Bir’e sıhhat ve afiyet diliyor:
“Böyle bir mektupla kıymetli vakitlerinizi işgal etme sû-i edebinde (edepsizliğinde) bulunduğum için tekrar özür diler, yeni yılda sıhhat ve afiyet dileklerimle birlikte, en derin saygılarımın kabûlünü arzederim efendim.
Fethullah Gülen” (http://yenisafak.com.tr/arsiv/2000/ekim/16/dizi.html)
Susurluk Olayı ile İlgili Gülen: Devletçilik ve Askere Olan Güven Sarsılmamalı
Fethullah Gülen 28 Şubat darbesinin bir ay sonrasında Samanyolu’ndaki mülakatında Susurluk olayına da değiniyor. Gülen devletin bir hatası söz konusuysa üzerine gidilmeli ancak devleti, devletçiliği delmemeli diyor ve askere, güvenlik güçlerine ve meclise olan güveni sarsmamalı, diye ekliyor:
“Susurluk meselesi bir ayıptır. Bunun üzerine gidilmeliydi. Fakat üzerine gidilirken aynı zamanda düşünülmeliydi. Devletin de içtihat hataları içinde bulunan bir hadiseyse, o hadise teşhir masasına yatırıldığında devleti, devletçiliği, devlet mülahazasını da delme söz konusu olabilirdi. Bu meselenin açıktan açığa yürütülmesi iyi bir devletçilik anlayışıyla telif edilebilir miydi?
Bunun temelinde bizim milli birliğimize, milli bütünlüğümüze devlet telakkimize eğer dokunacak bazı şeyler varsa, bu kapı aralanmamalıydı. O kapıdan girilince şayet askere olan güvenimiz sarsılacaksa, güvenlik kuvvetlerine olan güven sarsılacaksa, meclise olan güven sarsılacaksa, insanlara olan güven sarsılacaksa bunun üzerine biraz daha farklı bir yöntemle gidilmeli ve mesele çözülmeliydi.” (Samanyolu TV; 29.03.1997)
Medya Hem Savcı Hem Hâkim Gibi Davranmamalı
Bugün kendisinden olmayan her kişiyi, her davayı, daha işin başında savcıdan, hâkimden ve en önemlisi halktan ve haktan önce mahkûm edip idam sehpasına yerleştiren Gülen hareketi mensupları ve medyası; Susurluk olayında medyanın haddini bilmesi gerektiğini, bir savcı ve hâkim gibi olayların üzerine gidip devletin kurumlarını zedelememesi gerektiğini söylüyordu. Askerin çok vatanperver olduğunu ve onun böyle devleti sarsabilecek bir işe girişebileceğini sanmadığını, bu iddiayı çok basit gördüğünü de eklemeyi ihmal etmiyordu:
“Ta başından itibaren medyanın her şeyi apaçık en ince noktasına kadar deşeleyip, iddianamesine yerleştiren bir savcı gibi bu işin üzerine gitmesine hakkı var mıydı? İyi bir devletçilik mülahazası içinde bu tasvip edilen bir şey midir?
Suçlular ortaya çıkarılmalı ve ceza verilmeliydi. Medya savcı olmamalıydı, hâkim olmamalıydı.
Vatanperver insanların böyle önemsiz basit mülahazalardan dolayı devletin temelini sarsabilecek, devlet mülahazamızı delebilecek teşebbüslere gireceğine ihtimal vermek istemiyorum.” (Samanyolu TV; 29.03.1997)
FETHULLAH GÜLEN’İN REFAH PARTİSİ VE ERBAKAN HAZIMSIZLIĞI
Gülen ve hareketinin 30 yıldır hiç değişmeyen üç temel özelliği vardır: Birinci özelliği açığıyla gizlisiyle, deriniyle derin olmayanıyla devleti, askeri ve devletin tüm kurumlarını kutsaması, yüceltmesi ve onlara karşı teslimiyeti. Yani devletçiliği. İkincisi devletçiliğe paralel olarak hiçbir şekildi insani ve İslami sınırlar içinde değerlendirilmesi mümkün olmayan milliyetçiliği. Üçüncüsü hem Türkiye’deki hem dünyadaki İslami yapılara; özellikle tevhid, adalet ve özgürlük mücadelesi veren direniş örgütlerine ve İslami hareketlere karşı inanılmaz rahatsızlığı, hazımsızlığı, hatta kin ve nefreti. Öyle ki İslamcı hareketlere ve direniş örgütlerine Gülen’in bakışı ve duruşu ile ABD, NATO ve İsrail’in bakışı ve duruşu arasında tam bir paralellik söz konusudur.
Biz burada Fethullah Gülen’in kendi yapısının dışındaki tüm dini yapılara ve şahıslara karşı hazımsızlığını Refah Partisi ve Erbakan örneğinde tartışacağız.
Tam da bu konuda gözden kaçan bir nokta olduğunu düşünüyoruz. Gülen hareketinin en çok palazlandığı dönem; başta milli görüş hareketi ve başörtüsü mağdurları olmak üzere diğer tüm İslamcı yapıların devlet tarafından ezilmeye çalışıldığı döneme denk gelir. Kemalist rejimin ve derin devletin Gülen hareketine yönelik hiçbir girişimi olmamıştır demiyoruz. Ancak Gülen hareketine yönelik yapılan her türlü girişim; yine devletin başka derin unsurları tarafından engellenmiştir. Nitekim somut olarak Gülen hareketi, kayda değer bir zarar görmemiştir. Buradan böyle bir şeyi arzu ettiğimiz anlaşılmamalı. Sadece bir durum tespiti yapıyor ve bir realiteye işaret ediyoruz. Çünkü darbe süreçlerinde Gülen hareketinin izlediği yöntem; “Aman bizi bunlarla karıştırmayın, biz bunlardan farklıyız, biz devlet kutsal görürüz, askere muhabbet ve hürmetimizin sınırı yoktur.” şeklindeydi. Hatta “Egemenler nezdindeki meşruiyetini, kendisinin dışındaki Müslüman yapılar ve şahsiyetler aleyhindeki demeçleriyle sağlamıştır.” dersek, abartmış olmayız. Bu nedenle darbeci zihniyet, Gülen hareketinin önünü açarak diğer İslamcı, dini ve muhafazakâr yapılara karşı kullanmıştır. Bu noktada Ruşen Çakır’ın şu tespitleri kayda değerdir:
Devlet Milli Görüşe ve Diğer İslamcı Yapılara Karşı Gülen Hareketini Destekledi
“Ben Fethullah Gülen’in 28 Şubat’a desteğini ısrarla vurgulayan bir gazeteciyim. Çünkü o tarihte de bunun yanlış olduğunu söylemiş bir insanım. O tarihte de 28 Şubat’a karşı çıktım. Ben tek değilim, benim gibi çok isim var. Bu isimler bugün Gülen’in 28 Şubat’a desteğini eleştirmeye devam ediyorsa çok doğru davranıyorlardır. Ama 28 Şubat’ta Gülen Erbakan’ı eleştirdiğinde işte gerçek Müslüman budur diyenlerin bugün kalkıp Gülen Hareketine 28 Şubatı desteklemiştiniz ne konuşuyorsunuz demesi de ikiyüzlülük…
Gülen ilk çıktığında, Polat Rönesans otelinde ilk iftar yemeğini yaptığında medya dünyası neye uğradığını şaşırmıştı. Korkmuştu, tedirgin olmuştu. Ben o zaman Milliyet’te çalışıyordum. Ufuk Güldemir yöneticiydi. Biz tam sayfa 3 gün yayın yaptık. Daha sonra medyada İslam denilince ne kadar rahatsız olan insan varsa, medya yöneticileri Gülen hakkında övgü dolu yazılar yazdı. Onunla yemekler yiyip, yazılarında yazdılar. Merkez medya birden Gülen hareketini sahiplendi. Neden? Refah Partisi’nin yükselişini engellemek için, başka bir güçle bunu dengelemek için… Hatta önünü açtılar. Arşivler ortada. Refah’a kasetler ile vurulurken; Gülen hareketine anlayış gösterildi. Daha sonra 28 Şubatçılar Gülen’e de sırayı getirince, bir baktık, o güne dek yemek yiyenler, ‘kandırıldık’ diye yazmaya başladı. O meşhur kaset var ya…” (http://www.gazeteciler.com/gundem/gulen-kasedi-medya-mahallesini-karistirdi-48505h.html)
Bu arada şunu da belirtmek gerekir. Derin devletin hepsi birebir aynı kulvarda hareket eden tek tip bir yapı olmayabilir kimi zaman. Nitekim son ayda ortaya çıkan MİT ile emniyet/yargı krizini ve Kürt sorununun çözümüne yönelik güvenlikçi ve müzakereci yaklaşımları da bu çerçevede değerlendirmek mümkün. Yani 28 Şubat döneminde derin devletin kimi unsurları; Fethullah Gülen ve hareketinin devletçi, milliyetçi, ılımlı ve teslimiyetçi yapısına dahi tahammül edememiş ve fırsatını bulmuşken tasfiye etmek istemiş olabilirler. Ancak bu; derin devletin siyasetiyle, askeriyle, medyasıyla ve yargısıyla Gülen hareketini tasfiye etmek istediği anlamına gelmez. Bu konuya aşağıda daha detaylı ve Gülen taraftarlarında alıntılar yaparak devam edeceğiz.
Fethullah Gülen: Beceremediniz, Artık Bırakın
Yukarıda bir cümleyle değinmiştik. Fethullah Gülen’in 28 Şubat darbesi döneminde Hürriyet Gazetesi’ne yukarıdaki “Beceremediniz Artık Bırakın” manşetini hediye ettiği Refah Partisi aleyhindeki demecini, Samanyolu haberden bir zevat (Nuray Canan Bezirgan ve Kevser Çakır aleyhinde terbiye ve ahlak sınırlarını aşarak, celladına âşık bir mahkum misali kaleme aldığı “Bir Siz Eksiktiniz” başlıklı yazısından dolayı; bu zevatın adını bile yazmak istemiyorum.); Fethullah Gülen’in bu demeci 28 Şubat kararları üzerinden iki ay geçtikten sonra verdiğini söylüyor ve ‘Zaten iş işten geçmiş ve olan olmuştu’ diye ekliyor. Bu nedenle Gülen’in o sözleri zalimlerin (Çevik Bir’in ne kadar zalim olduğu yukarıdaki mektuptan çok iyi anlaşılıyor!) darbesini onaylamak değil, zalimin zulmünü hafifletmek için söylediğini iddia ediyor:
“Hocaefendi’nin o günlerde verdiği bir röportajda, Erbakan’ın artık bırakması gerektiği yönündeki sözlerini kullanarak, sanki Fethullah Gülen 28 Şubatçılarla işbirliği yapmış gibi bir algı oluşturmaya çalışıyorlar. Ancak bu manipülasyonu yaparken, çok önemli bir gerçeği görmezden geliyorlar. Fethullah Gülen’in o sözü, 28 Şubat olup bittikten tam iki ay sonra söylenmiş bir söz.
Hocaefendi 28 Şubat olduktan sonra, inançlı insanlara karşı dozu artarak devam eden zulümleri durdurmak için, bir öngörü olarak, bu gidişatı ülkeye daha fazla zarar vermeyecek şekilde kapatmak gerektiğine işaret etmiştir. Gülen’in o günkü tavrı, zalimlere karşı mücadele için zaman ve zemin şartları oluşuncaya kadar bir taktik olarak değerlendirilebilir.” (http://www.samanyoluhaber.com/yazar/abdullah-abdulkadiroglu/Fethullah-Gulen-uzerinden-28-Subati-sulandirma-operasyonu/736933/#ixzz1oL9I2fw6)
Refah Partisi İktidar Olmamalı
Biz ise bu iddianın boş bir iddia olduğunu söylüyoruz. Şöyle ki, Fethullah Gülen daha Refah Partisi’nin iktidar olmadığı 1995 yılında bile Refah’ın iktidar olmaması gerektiğini, zira buna hem içeriden hem de dışarıdan tepki olacağını ifade ediyor:
“Yıl 1995. Ankara’da Zaman Gazetesi’nin bürosunda bir grup gazeteci geniş bir salonda yan yana dizilmiş sandalyelere oturuyoruz. Fethullah Gülen o tarihte Zaman’ın Ankara Temsilcisi olan yazar Fehmi Koru ile birlikte içeri giriyor ve sohbet başlıyor.
Refah Partisi’ne karşı açıkça mesafe koyuyor Gülen. Ama mesafe koymasının gerekçesi ilginç: ‘Hem içderiden hem dışarıdan çok büyük baskı gelir, tepki olur, refah Partisi iktidar olmamalı.’ ” (İsmet Berkan; Radikal; 20.06.1999)
Bu içeriden ve dışarıdan rahatsız olanların kim olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Elbette ki içerdekiler kendilerini Kemalist rejimin sahibi ve koruyucusu olarak gören askerler, siyasetçiler, sermayedarlar ile kartel medyası; dışarıdakiler ise emperyalist NATO, İsrail ve ABD ittifakı.
Refah Partisinin Seçimlerden Bir Daha Güçlü Çıkmasını İstemiyorum
“ Seçimlerden RP’nin yine güçlü çıkacağı, eski siyasi şemaya dönüleceği fikrine katılıyor musunuz?
Çok katılmıyorum, katılmak da istemiyorum. Belli yerlerde bu işi planlayanlar arasında tablo çok değişti birdenbire. Bunlara dönülmez. İkinci mesele de, hani Refah oy alabilir mi? Refahlı dostlarımız rencide olabilirler, Refah’ın oyu yine yüzde 15′tir zannediyorum. Hatta o kadar bile yoktur. ‘Mağduren, manzulen bir kenara itildiler. Bu millet mağdurun yanında yerini alarak oy bakımından daha bir zenginleşmiş olarak karşımıza çıkacaklar’ şeklinde düşünmüyorum.” (Yasemin Çongar’la Röportaj; Milliyet; 31.08.1997)
Gülen’den Refah Partisini Kapatma Taktikleri
Fethullah Gülen, 28 Şubat darbe hükümeti kurulduktan kısa bir süre sonra verdiği mülakatta Refah Partisi’ne kapatılma davası açılması ile ilgili bir soruya cevap verirken; önce ABD’li yetkililerin kendisine ulaşan kanaatlerinin (nasıl ulaşıyorsa ve kim ulaştırıyorsa!!) partiyi kapatmak olduğunu, fakat bu taktiğin(!) kendi kanaatine göre çok isabetli olmadığını ifade ederek, hedefi tam on ikiden vuracak daha isabetli bir taktik veriyor. Kapatma davası açılmalı, ancak dava devam ederken seçime gidilmeli, bu şekilde halkın Refah Partisi’ne olan güveninin sarsılacağını, böylece kimse töhmet altında kalmadan(!) maksadın da hâsıl olacağını dile getiriyor.
“RP’nin kapatılması, Türkiye’nin genel dengeleri açısından ne sonuç verir?
Amerikalı yetkililerin, kanaatleri bana intikal ettiği kadar, Refah’ın kapatılacağı merkezinde düşünceler var. Ben eskilerin ifadesiyle ‘bila kaydu şart’ o mülahazalara katılmıyorum. Hiç kapamayabilirler. Refah Partisi’nden kurtulmak isteyenler için kapamak bir iştir. Bana göre yapacakları şey, kendileri açısından bunu yapmak isteyebilirler, daha makulü, Refah’ı kapatmamak, mahkemeyi devam ettirmek, mahkeme devam ederken seçime girmek. Seçim sathı mahalline girilirken mahkemenin devam etmesi Refah’a olan güveni sarsar. Kapatılacak olan bir parti mülahazası hasıl eder. Oy verilmez ona. Daha demokratik yolla bu oylar Refah’a yakın partilere kayar, büyük ölçüde. Maksat hasıl olur. Belki böyle yapmayı tercih ederler. Böyle yapma da, toplum tarafından birilerini büyük ölçüde töhmet altına itmez. Mahkeme bitmemiştir. Karar verilmemiştir. Kapatılmamıştır. ‘Eh, ne yapalım, millet tercihini bu istikamette yaptı’ diyebilirler. ” (Yasemin Çongar’la Röportaj; Milliyet; 31.08.1997)
Bu taktik uygulandı mı, taktik başarılı oldu mu, kimler töhmetten kurtuldu, kimler töhmet altında kaldı, bilemiyorum. Fakat bildiğim tek şey var o da şu ki: Onurlu, haysiyetli ve vicdanlı kimselerin gözünde; Gülen’in sadece yukarıdaki soruya verdiği bu cevap dahi dünya durdukça kendine günah, töhmet, zillet ve teslimiyetçilik olarak yeter de artar bile.
Gülen hızını alamıyor ve Refah Partisi aleyhindeki demeçlerine devam ediyor. Özellikle ekonomi alanında herkesin takdir ettiği Erbakan hükümetini, bu alanda dahi başarısız görüyor:
“Bir şeyler vaat ettiler. Ne var ki, sekiz dokuz aylık bir süre zarfında gördük ki vaad edilen meselelerin öşrü bile (onda biri) – malum öşür bir vergidir – yapılmadı. Bir nabız tutulsa anlaşılacaktır.” (Yasemin Çongar’la Röportaj; Milliyet; 31.08.1997)
Gülen’in yukarıdaki ifadelerine resmi web sitesindeki bir okurunun ve mensubunun verdiği ibretamiz cevabı, burada alıntılamakta yarar görüyoruz. Zira cahil de olsa vicdanını yitirmeyen herhangi bir insanın bile; kimi zaman fıtratını bozan, vicdanını kirleten, egemenlere boyun eğen liderinden veya âliminden olgulara daha sağlıklı baktığını en güzel şekliyle ortaya koyuyor bu örnek. Bu arada 11 Mart 2012 tarihinde saat 23:18’de “Bu yorum hâlâ Fethullah Gülen’in resmi web sitesinde duruyor mu?” diye baktığımızda yorumun kaldırıldığını gördük. Oysa biz 06.03.2008 saat 17:02’de söz konusu siteden bu röportajı alıntıladığımızda yorum vardı. Muhtemelen maslahat, konjonktür öyle gerektirmiştir ve bunun mutlaka vardır bir hikmeti(!)
“28 şubat 97
Yazan mustafadevim@hotmail.com ,
hocam özür dileyerek söylüyorum beni affedin ama verdiğiniz cevapları beğendiğimi söyleyemeyeceğim sonuçta karşıdaki insanlar müslüman ve islamın yükselmesini isteyen insanlar ve herzaman müslümanların birlik beraberliğinden yana siyaset yapmak istediklerini düşünüyorum Bu açıdan baktığımızda verdiğiniz cevaplar o insanların nasıl yıkılabileceğini anlatıyor böyle günlerde müslümanların birbirine daha fazla ihtiyacı yokmudur daha fazla sahip çıkmamız gerekmez mi evet belki strateji hataları olabilir ama biz müslümanlar birbirimizin hatalarını örtmemiz gerekmezmi belki yanlış düşünüyorum aff…”
Gülen’in Erbakan Hazımsızlığının Dile Yansımaları
Fethullah Gülen’in dili çok iyi kullandığını, hem hitabetinin hem de kaleminin iyi olduğunu biliyoruz. Özellikle devleti kutsayan devletçiliğinin ve milliyetçiliğinin de etkisiyle, kim olursa olsun devlet ricalinden söz ederken nezakete, inceliğe ve saygınlığa çok dikkat eder. Bu tespit Demirel’den, Baykal’a, Ecevit’ten Türkeş’e, Çiller’den Çevik Bir’e Kalemli’den Yılmaz’a kadar hepsi için geçerlidir. Fakat her konuda olduğu gibi bu konuda da tek istisna Erbakan’dır. Lütfen aşağıdaki paragrafları dikkatle okuyalım:
“Sık sık görüşüyorlar mı sizinle?
- Hayır sık sık görüşmüyorlar. Tansu Hanım’la üçü bilemedin dördü geçmez. Mesut Bey’le de bu kadar ancak. Ecevit Bey’le de iki üç defa olmuştur. Deniz Baykal Bey’le bir defa veya iki defa. Birisinde herhalde Kasım Gülek’in -merhumun- cenazesinde olmuştur, İnönü Bey’le de orada görüşme nasip olmuştur.
- Sayın Erbakan’la?
-Necmettin Erbakan’la da hayatımda iki veya üç defa görüşmüşümdür. En son görüşmemizde Alparslan Türkeş Bey’in cenazesinde ben Diyanet işleri Reisi’nin yanında idim, onu iyi tanıyorum, diyanetten çıktık, biz böyle saf tuttuk. Sayın Cumhurbaşkanı vardı, Meclis Başkanı vardı, ben orda duruyordum, başbakan olarak yanıma gelince ben biraz kenara çekildim. Yerimi ona verdim, fakat herhangi konuşma olmadı. Ona görüşme denir mi, denmez mi, çünkü Sayın Kalemli ile bir el sıkışma, Sayın Cumhurbaşkanı ile bir el sıkışma oldu ama, fakat onunla bir konuşma olmadı, gerçekleşmedi. Bir konuşma olduğu şey, geçen sene matematik olimpiyatları oldu. Bu Yükseliş Koleji’nin geniş bir salonu var. O da oraya gelmişti Arkadaşlar beni çağırmışlardı. Orada 3-4 kelimelik, o kalabalık içinde, öyle bir konuşma oldu. O benden evveli ayrıldı gitti, ben de sonra kalktım gittim.” (Yalçın Doğan’la Mülakat; Kanal D; 16.04.1997)
Şimdi lütfen bu meni tekrar dikkatle okuyun. Yukarıda tam 11 isim ve unvan geçmektedir. İsimlerin tamamı ya “Hanım” ya “Bey” ya da “Sayın” unvanıyla birlikte kullanılmaktadır. Unvansız olarak sadece ismi ve soy ismi, sonrasında da üçüncü tekil şahıs olarak “o” zamiri ile anılan tek kişi Erbakan’dır. Üstelik bu mülakatın yapıldığı dönemde Erbakan; Gülen’in çok değer verdiği, kutsadığı, hiçbir kurumuna toz kondurmadığı devletin Başbakanıdır. Bu arada “ Yukarıda sanki ‘Sayın Erbakan’ ifadesi de vardı. Onu niye görmezden geldin?” derseniz, lütfen bir daha bakın derim. Zira yukarıdaki “Sayın Erbakan?” ifadesi Yalçın Doğan’ın sorusudur.
Gülen: Benimle Erbakan Arasında Kalpten Kalbe Yol Yok
Gülen, yukarıda takındığı üslubun felsefi arka planını aslında mülakatın devamında ‘Biz kalubeladan beri birbirimizden hazzetmeyiz.’ diyerek, çok net ortaya koymaktadır:
“Aranızda bir gerginlik mi var?
- Bir gerginlik yok da ‘El ervahu cunudun mücennedetün’ diye birşey var. ‘Ruhlar’ tıpkı bir sistem altında ordunun fertleri gibidir. Bunlar arasında içten böyle birbirine akma, birbirine kayma, birbirine dökülme, birbirini çok iyi bilme varsa telif olur, anlaşma uzlaşma olur, Şayet öyle birşey yoksa tenakür (zıtlık) denir ona.
- Yani tenakür mü vardır ruhların uzlaşmazlığı, uyuşmazlığı mı var?
- Bilmiyorum yani bu şeyleri bir atasözü vardır. Kalpten kalbe yol vardır.
- Şu anda kalbten kalbe pek yol gözükmüyor?
- O yolu koymamışlarsa bizim uzlaşmamız da biraz zor olabilir.
- Bu kişisel birşey mi? Yoksa dünya görüşü mesafesi mi?
- Dünya görüşü meselesi de olabilir. Ben şahsen kişisel olarak, hiç kimsenin aleyhinde olmama niyetinde ve kararındayım.
- Yani aranızda bu kalpten kalbe giden yolun belli ölçüde tıkanık olması İslamiyet’e zarar verecek davranışlar tarafından mı karşı tarafın?
- Öyle zannediyorum veya öyle algılıyorum, öyle içtihat ediyorum.” (Yalçın Doğan’la Mülakat; Kanal D; 16.04.1997)
İnsan sormadan edemiyor. Yukarıda adı geçen diğer zevatla kalpten kalbe yol bulunuyor da, sıra Erbakan’a gelince mi kalp yolu kapanıyor, zıtlıklar tezahür ediyor. Yoksa burada da mı zorbaların ve egemenlerin nezdinde meşruiyet sağlamanın yolu; Müslüman’a kin kusmakta ve bunu deklare etmekte görmek söz konusu?
Birilerinin “Bu bir iftiradır. Erbakan’a saygı duyduğunu görmek için Gülen’in web sitesinde Erbakan için yayımladığı taziye mesajına bakılabilir.” dediğini duyar gibiyim. Evet, doğrudur bundan haberimiz var. Fakat arada bir fark var. Konjonktür. Bu nedenle sözünü ettiğimiz dönemden bir örnek getirilmesi gerektiğini ifade etmek isteriz.
1999’da Gülen Hareketini Kim ve Neden Tasfiye Etmek İstedi
Gülen’in 28 Şubat darbesine destek vermediğini iddia eden Gülen taraftarları, düşüncelerini şu mantığa dayandırırlar:
- Eğer Gülen darbeye destek verdiyse neden 28 Şubat kararlarında Kur’an kursları gibi okullar da hedef gösterildi?
- Gülen eğer darbeye destek verdiyse nasıl oldu da darbecilerin hedefi haline geldi?
- Gülen 28 Şubat’ın asıl hedefiydi, nitekim bundan dolayı Gülen hâlâ sürgünde (!) yaşıyor.
28 Şubat darbesiyle neredeyse Gülen hareketi dışındaki tüm yapılar (tarikatçısından radikaline, milli görüşçüsünden hak yolcusuna kadar) baskı altına alındı, yok edilmeye çalışıldı ve kurumları kapatıldı. Mensupları da tutuklandı, işkenceye maruz kaldı, aleyhlerinde delil ihdas edildi ve hapse atıldı. Tüm bunlar olurken Gülen ve hareketine yönelik Haziran 1999’a kadar somut hiçbir baskı, tutuklama ve kapatma olmadı. Haziran 1999’da da sadece Gülen’in kendisiyle ilgili bir kampanya başlatıldı. Nitekim bu konuda bile somut bir ceza, kapatma ve hapis olmadı Gülen ve hareketinde. Tekrar vurgulama ihtiyacı hissediyoruz. Burada neden onlara bir şey olmadı derken; keşke olsaydı, olmamasına çok üzüldük, gibi bir mana çıkarılmamalı. Sadece bir vakıayı tespit edip şu sonuca varmaya çalışıyoruz. 28 Şubat postmodern darbesinin ikinci yılından sonra, bu defa Gülen ve hareketini hedef tahtasına koyan irade; tüm kurumlarıyla darbe zihniyeti değildir. Faruk Mercan’ın ifadesiyle sadece derin devletin içinde kümelenmiş ulusalcı, devrimci ve komünist bazı unsurlar fırsatını bulmuşken Gülen ve hareketini de tasfiye etme girişiminde bulundular. Ancak derin devletin yargı, Genelkurmay ve siyasetteki diğer unsurları bu işe taraf olmayıp hatta Gülen tarafında yer alınca, bu girişim başarısız kalıyor.
Genelkurmay Gülen Davasına Doğrudan Taraf Olmadı
Gülen hareketinin medya sözcülerinden olan Faruk Mercan “Fethullah Gülen” adlı kitabında bu düşünceyi şöyle destekliyor:
“ Aymaz’ın anlatımına göre düğmeye basanlar, Gülen’e karşı ittifak kurmuş birkaç devrimci, sol ve ulusalcı gruptu. Bunların devletin çeşitli kurumlarında destekçileri vardı. Durum böyleyken ‘Düğmeye devlet bastı’ iddiasıyla Türk halkını yanıltıyorlardı. Çünkü Gülen’in Patrik Bartelomeos’la görüşmesine dönemin MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç, Papa’yla görüşmesine dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit açık destek vermişti.” (Faruk Mercan; Fethullah Gülen; sayfa 211; Doğan Kitap; 1. baskı; 2008; İstanbul)
“Yüksel davanın sonlarına doğru son çare olarak, Gülen aleyhine bazı belgeler almak umuduyla Genelkurmay Başkanlığı’na başvurdu. Ancak Genelkurmay, Gülen davasına doğrudan taraf olmadı. Nitekim Genelkurmay’ın bu tutumu, Gülen için verilen beraat kararının ana gerekçelerinden biri oldu. Genelkurmay, Gülen karşıtı devrimci grupların bütün baskılarına rağmen, Gülen davası boyunca ‘hukuk çizgisi’ içinde kalmaya özen gösterdi.” (Faruk Mercan; Fethullah Gülen; sayfa 213-214; Doğan Kitap; 1. baskı; 2008; İstanbul)
“Nuh Mete Yüksel’in bu girişimlerine rağmen, Gülen davasına doğrudan karışmayan Genelkurmay, 28 Şubat sürecinin başladığı 1997 yılından, Nuh Mete Yüksel’in davayı açtığı 2000 yılı ağustos ayına kadar Gülen hakkında çeşitli suçlamalara yer veren onlarca istihbarat raporunu da hiçbir zaman sahiplenmedi.” (Faruk Mercan; Fethullah Gülen; sayfa 215; Doğan Kitap; 1. baskı; 2008; İstanbul)
Bana Dokunmayan Yılan Bin Yaşasın
Gülay Göktürk, Gülen ve hareketi aleyhinde başlatılan kampanya döneminde hem kampanyaya karşı çıkmış hem de güncelliğini hiç yitirmeyecek ve herkesin kendisine “kıssadan hisse” alması gereken bir yazı kaleme almıştı. Göktürk; söz konusu yazısında Gülen hareketinin “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” çıkarcılığıyla hareket ettiğini, hatta kimi zaman devletle aynı safta yer alıp baskıları onayladığını, kendisinin ötekilerden ‘farklı’ ve ‘meşru’ olduğunu vurgulamaya çalıştığını, toplumun değil devletin gözünde meşrulaşma çabasında olduğunu ifade etmektedir:
“Yakın geçmişi şöyle bir hatırlarsak, Gülen Cemaati’nin 28 Şubat sürecinin başından bu yana, ‘başkalarının’ başına gelenler karşısında sessiz kalarak ‘belayı üzerine çekmeme’ taktiği izlediğini görürüz.
28 Şubat’tan bu yana Türkiye’de dindar kesim son yılların en ağır baskı dönemini yaşadı.
Refahyol, meclis iradesi hiçe sayılarak düşürüldü, Fethullahçılar ses çıkarmadı.
Refah Partisi kapatıldı, yine ses çıkarmadılar. Türban yüzünden mağdur olan binlerce insanı görmezden geldiler.
Merve Kavakçı olayı gibi olay yaşandı, işin özüne sahip çıkmayı unutup yanlış taktiğinden dolayı Fazilet Partisi’ni eleştirdiler.
Başka cemaatleri, başka kimlikleri hedefleyen baskıları, ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ oportünizmiyle geçiştirdiler. Hatta zaman zaman, bu baskıları devletle aynı söylemi kullanarak onayladılar. Sürekli olarak, kendilerinin ötekilerden ‘farklı’ ve ‘meşru’ olduğunu anlatmaya, devleti buna inandırmaya çalıştılar. Devletçi yapıları gereği, geniş kitlelerin önünde açık tartışmayla kullanılacak bir meşruiyet için çaba harcamak yerine; kendi meşruiyetlerini devlet içindeki klikler arası dengelerde aradılar. Toplumun değil, devletin gözünde meşru olmaya asıl önem verdiler.
Varlıklarını ve özgürlüklerini, başkalarının özgürlüğünün çiğnenmesine göz yumarak korumaya kalktılar. Bu yolla Batı Çalışma Grubu’nun gazabından kurtulabileceklerini, devletin ‘uslu çocuğu’ olabileceklerini sandılar.
Ama bütün bu çabalar işe yaramadı. Hayat; özgürlüğün, iktidarı elinde tutanların inayetiyle korunamayacağını acı bir biçimde gösterdi.
Alman şairi Brecht’in, bir papazın ağzından yazılmış olan o ünlü şiirini bilmem hatırlar mısınız? Ben mealen hatırlıyorum:
‘Naziler önce Komünistleri kullandılar, sıra nasılsa bana gelmez diye ses çıkarmadım.
Sonra Yahudileri kullandılar, yine bana sıra gelmez diye ses çıkarmadım.
Sosyal Demokratları tutukladılar, yine ses çıkarmadım.
Sıra bana geldiğinde etrafıma baktım, benim tutuklanmama ses çıkaracak kimse kalmamıştı.’ Diyordu Brecht.
Eğer Fethullah Gülen Cemaati, ünlü şairin derin bir tarihi tecrübeden süzülüp gelen bu satırlarını kavramış olsaydı, bağırmak için sıranın kendisine geldiği güne kadar beklemezdi.
Şimdi bağırıyorlar.
Neyse ki bu ülkede işler henüz Nazizm’e kadar varmadı.
Ve neyse ki, etraflarında hâlâ ses çıkaracak birileri var…” (Gülay Göktürk; Sabah Gazetesi; Devletin İnayetiyle; 25.06.1999)
Kendi Saadetini Başkalarının Felaketi Üzerine Bina Edenler ve İlkesizliği İlke Edinip Kimliksizleşenler
Mustafa İslamoğlu da o dönemde dokunaklı bir dille kaleme aldığı yazısında, Gülen hareketini “kendi saadetini başkalarının felaketi üzerine bina eden” ve “eden bulur” özdeyişleri ile uyarmakta ve çok samimi ve içtenlikli bir özeleştiriye davet etmektedir. İlkeleri feda etme pahasına olgulara uyum sağlayan bir yapının kendisi olmaktan çıkacağını vurgulayarak, aslında Gülen hareketinin adeta ‘ilkesizliği ilke edindiğini’ söylemektedir. İslamoğlu, kendi deyimiyle kardeş eleştirisini bir adım ileri taşıyarak, başkalaşıp ötekinin gözünde meşrulaşmak için ‘öteki’ olmaya çalışanın ‘öteki’ tarafından da kabul edilmeyeceğini; sonunda da kimliksiz ve kişiliksiz olarak ortada kalacağını ifade etmektedir:
“Tabiatın olduğu gibi, ahlakın da ‘zorunlu’ yasaları vardır…
Bunların en ünlülerinden biri ‘Kendi saadetini başkalarının felaketi üzerine bina etme!’ tavsiyesidir. Bir başkası ‘Men dakka dukka!’ Arap özdeyişidir ki, Anadolu’da bu özdeyiş farklı muhtevayla ‘eden bulur’ biçiminde yerleşmiştir…
Tarih şahittir ki, gövdesini kurtarmak için kolunu rüşvet veren hiç kimse, gövdesinin de hayrını görmemiştir. Yine sabittir ki, bir bütüne ait parçalardan biri, varlığını diğer parça ya da parçaların yokluğu üzerine bina ediyorsa, bundan başta kendisi, (sonra) bütünü oluşturan tüm parçalar zarar görür…
Yine ilkeleri feda etme pahasına olgulara uyum sağlayan, kendisi olmaktan çıkar. Peki, başkası olur mu? Belki evet; fakat ‘öteki’ kendisini kabul etsin diye başkalaşan unsuru, bu kez ‘öteki’ de kendisinden saymaz. Çünkü ‘öteki’nin gerçek niyeti, onu ‘kendisi gibi etmek’ten daha çok ‘kendisi olmak’tan çıkarıp kimliksiz ve kişiliksiz bırakmaktır…
… Bedene ait bir organın kendi kendine istiklaliyetini (bağımsızlığını) ilan edip müstağni tavırlara girmesi ve bedenin isterse tek bir tırnağı olsun, diğer organlarını görmezden gelmesi kendi içine kapanarak, kendisini kutsayıp gerisini yok saymasıdır…
Şimdi, dövünme, ah u vah etme zamanı değil, tevbe ve istiğfar zamanıdır; yani tevbe gibi bir özeleştiri zamanıdır…
Cemaatli dostlarım; kendi payıma tüm dualarım, endişelerim, tevbe sadedindeki eleştirilerim şimdi sizin için; bu mealde siz de kendinize dua etmeyi düşünmüyor musunuz?
Bu mevsim, ‘dua’, ‘tevbe / özeleştiri’ mevsimi.” (Mustafa İslamoğlu; Yeni Şafak; Dua Fidanını, Tevbe Tarlasına, Özeleştiri İkliminde Dikme Zamanı, 23.06.1999; )
Dilipak: Batı Çalışma Grubu Fethullah Gülen’i Kullanıp Attı
Abdurrahman Dilipak 21 Haziran 1999 tarihli köşesinde, askerin Gülen’i kullanıp attığını ifade ediyor. Bu arada Gülen de askeri kullandığını düşünüyor olabilir. Ancak Dilipak, bu balayının bittiğini ve köprülerin atıldığını düşünüyor. Dilipak’a göre Gülen; BÇG’nin elinde TSE damgalı ılımlı bir Müslüman tipi olarak kullanılmaya müsaitti ve kullanıldı. Ayrıca Batı ile ABD’nin radikal olmayan İslam tercihi ile de örtüşüyordu Fethullah Gülen.
Dilipak, Fethullah Gülen’e karşı başlatılan kampanyanın derin devletteki güçler arasında bir hesaplaşmanın ürünü de olabileceğini vurguluyor ve Gülen gibi derin devlet tarafından kullanılan diğer yapıların da bu olaydan ders alması gerektiğinin altını çizerek bitiriyor yazısını:
“…Bana kalırsa herkes bu işin gerçeğini başından beri biliyordu. Fethullah Efendi ise bir siyaset izlediğini düşünüyor olabilir. Bu oyunda herkes karşısındakini kendi planları istikametinde kullandığını düşündü, kullandı da! Ve sonunda bir gün köprüler atıldı, balayı bitti.
BÇG’nin elinde Fethullah Gülen ılımlı İslam prototipi olarak, TSE damgalı bir Müslüman tipi olarak kullanışlı bir örnekti. Fethullah Efendi’nin söylemi, Batı’nı ve ABD’nin radikal olmayan İslam tercihi ile de örtüşüyordu.
Her şey çok açık!
Devlet farklı zamanlarda farklı kesimlerden insanlarla birlikte çalıştı… Sonra yine aynı devlet, ya da devletin içindeki bir kısım unsurlar, konjonktüre bağlı olarak bir anda ipleri kopartıp onları zindana göndermediler mi?
Bu oyun hep böyle oynana geldi.
Şu da olabilir. Devletin içindeki, daha doğrusu derin devletteki güçler arasında derin bir hesaplaşma yaşanıyor. Birileri bir emrivaki yaparak, karşı kanadın işini bozuyor ve elindeki bilgi ve belgeleri basına sızdırarak sonuca gidiyor.
Medya bu konuda tetikçilik yapıyor.
Fethullah Efendi’nin başına gelenler, aynı senaryoda kullanılan diğer isimler için de ders olsun!” (Abdurrahman Dilipak; Akit Gazetesi; İrtica Bahane Vurgun Şahane; 21.06.1999)
Anlayacağımız Gülen hareketi seksenlerden beri devletçilikten, milliyetçilikten, askercilikten, darbelere ve darbecilere yakın durmaktan hiç şaşmamıştır. Aslında gülen hareketinin en tipik özelliği olan “tutarsızlık” “ilkesizlik” ve “pragmatizm”; sadece belli konularda geçerliliğin yitirmektedir. Yani tutarlı oldukları birkaç konu vardır. Ki sadece bu konularda hep tutarlı(!) ve ilkeli(!) olagelmiştir:
- Derin veya şeffaf (!) tüm kurumlarıyla devleti ve devlet adamlarını kutsamak.
- Milliyetçiliği önceliklerinin birinci sırasına koyarak “Türkiye İslamı” senteziyle Türkiye Cumhuriyeti adına lobi faaliyeti yürütmek.
- Uluslararası neoliberal emperyalist siyasi ve ekonomik politikalarla paralel çizgide yürümek.
- Hem Türkiye’deki hem dünyadaki İslamcı ve direnişçi yapılarla en ufak bir ilişki şöyle dursun; onlara karşı askerle, polisle ve devletlerle aynı safta durmak.
Atasoy Müftüoğlu da neo-nurculuk olarak tanımladığı Gülen hareketini benzer gerekçelerle eleştirir:
“ Neo-nurculuğa yönelik dört tane eleştirim var:
1) İslam’ı millileştiriyor.
2) İslam’ı ehlileştiriyor.
3) Müstekbirlerle birlikte hareket ediyor, aynı safta görünüyor.
4) Bütün direniş mücadelelerini kayıtsız şartsız tahkir ediyor (aşağılıyor). Direniş mücadelelerinden İsrail ne kadar rahatsızsa neo-nurculuk da bir o kadar rahatsız.” (Atasoy Müftüoğlu; Dünya Bülteni; 08/03/2011)
Fethullah Gülen ve hareketinin yukarıda sözü edilen yapısına dair birkaç örnek verip yazımızı bitirelim:
- Fethullah Gülen, 12 Eylül darbesine destek vermiş ve methiyeler düzmüştür. “Asker” ve “Son Karakol” adlı yazılarına bakılabilir. Tabi Gülen’in web sitesinden değil, orijinalinden. Zira maalesef bugün için sakınca teşkil eden bazı ifadeler web sitesindeki yazılarda tahrif edilmiştir. Söz gelimi: “Son Karakol” yazısının son cümlesi gerçekte “ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz.” iken, web sitesinde “ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihalelerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz.” şeklinde tahrif edilmiştir. (http://tr.fgulen.com/content/view/13128/23/)
- Körfez Savaşı’nda Saddam’ın zalim ve diktatör bir yönetici olduğu (ki öyledir nitekim. Fakat İran’la savaşırken böyle bir şey duymadık kendisinden. Bir de Saddam zalimse peki ABD ne oluyor.) bahanesine sığınarak, tabi bir de Musul ve Kerkük’teki milli menfaatler(!) de böyle gerektirdiği için ABD’nin safında yer almıştır.
Ey Ağlayan ve Ağlatan Hoca
Burada Körfez Savaşı’nda Fethullah Gülen’in takındığı tavırdan dolayı kendisine yönelik Ali Bulaç’ın kaleme aldığı ibretlik yazısını alıntılamayı gerekli görüyoruz. Fakat ne ilginç ve hazindir ki en az Gülen ve taraftarları kadar, bugün için bu yazıdan ibret alması gerekenlerin başında bize göre maalesef Ali Bulaç’ın kendisi gelmektedir.
“Ağlayan ve Ağlatan Hoca
“Bu yazıyı kaleme aldığımızda Körfez Savaşı 3. haftasını doldurmuş oluyordu. Bu geçen süre içinde Amerika ve müttefiklerinin Irak’ın yerleşim bölgeleri, askeri ve ekonomik hedefleri üzerine yağdırdıkları bomba sayısı çoktan 200 bini aşmış durumdaydı. Gece gündüz, günün her saatinde 600 uçak havalanıyor, Adana-İncirlik ve Dahran’dan gidip Irak üzerine ölüm yağdırıyor…
Bu katliama karşı kim suskun kalabilir?…
…İnsanlar bu vahşi savaşa, bu soykırıma tepki göstermeye başladılar, sokaklara dökülüp, Amerika ve müttefiklerini lanetlediler.
Türkiye’de hükümet çevrelerinin bu haklı (tepkilerden) büyük rahatsızlık duyduğu anlaşılıyor. Hemen karşı propagandaya geçildi ve Körfez Savaşı’nın Hıristiyanlarla, Müslümanlar arasında süren bir savaş olmadığını etrafa yaymaya başladılar. Önce devletin memuru Diyanet İşleri Başkanı bir demeç verdi. Ardından “ağlayan ve ağlatan hoca”ya, “Türkiye vaizi” statüsüne çıkartılan emekli bir vaize merkezi camiler tahsis edilerek Saddam Hüseyin aleyhinde vaazlar verildi. Dün Irak-İran savaşında Ayetullah Humeyni’nin zulmüne karşı gelen Saddam Hüseyin’in erdemlerinden dem vuran Hoca, şimdi yukarıdan aldığı direktifler doğrultusunda, Saddam Hüseyin’in kafirliğinden, işlediği zulümlerden bahsetmeye başladı. Bu artistlere taş çıkartacak profesyonellikle ağlayarak ve ağlatarak, üstelik Rasulullah (s.a.v.) adına saçma sapan rüyalar uydurarak, Saddam aleyhtarlığı yapan Hoca’nın sözlerinden çıkan sonuç, Amerika’nın bölgede yaptıklarından dolayı kınanamayacağı, bu yüz kızartıcı bombardımanlardan mazur görüleceği sonucudur. Ben kişisel olarak bunu yadırgamadım; çünkü adamlar birilerini besliyorlarsa, bunun bir bedeli vardır. Şimdi bu bedeli ödemelerinin tam zamanıdır…
…Bunlar “zihn-i müşevveş” (kamdırılan) kimseler değildir, tam aksine “muallem”(eğitilen) kimselerdir…
…Hani Peygamber Efendimiz (s.a.v.) dünya Müslümanlarını bir vücuda benzetmişti; hani bir organa bir diken batsa diğer bütün organlar rahatsız olurdu? Irak’ta bir organımıza diken batmıyor, adeta koparılıyor.
Ey ağlayan ve ağlatan Hoca! Biraz da bu hadisi hatırlayıp bundan söz etsene!..” (Ali Bulaç, Vahdet, 11 Şubat 1991 / http://www.haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.php?id=916)
- Gülen; Susurluk olayında devletin, askerin, polisin ve meclisin konumunun zedelenmemesi gerektiğini ifade ederek durduğu yeri tayin etmiştir.
- 28 Şubat darbesinde nerde durduğunu ise detaylı bir biçimde anlattık.
- Başörtüsü zulmünün yaşandığı seksenli ve doksanlı yıllarda direnişçiler için “O çarşafın altında provokatör erkekler var.”, sonra da başörtüsü “furuattır”, yani vazgeçilebilirdir, diyerek direniş hattını bölmüş ve yine egemenlerin yanında safını tutmuştur. (Bu arada istismar edilen ‘furuat’ kavramının fıkhi açıdan doğru bir tespit olmakla birlikte; tevhid, adalet, nübüvvet ve ahiret gibi sayılı birkaç konunun dışındaki namaz, oruç, hac, zekat, zina, hırsızlık, yalan, çıplaklık, faiz, adam öldürme vs. gibi ibadet ve muamelata dair tüm konuların da ‘furuat’ olarak adlandırıldığının altını çizmek isteriz. Yani bu kapıyı araladığınızda ortada din diye bir şeyin kalmayacağını belirtmek isteriz.)
- Irak’ın ikinci defa ABD tarafından işgal edileceği 2003 yılında 1 Mart Tezkeresinin mecliste tartışıldığı dönemde, hoşgörü ve barışı dilinden düşürmeyen Gülen hareketine mensup kimi yazarlar öyle yazılar kaleme aldılar ki; Müslüman olmak şöyle dursun, insanlıktan zerre kadar nasibini almış hiç kimse o satırları kaleme alamazdı, diye düşünüyoruz. (Bakınız: Hüseyin Gülerce, 26.12.2002; Ali H. Aslan, 29.12.2002; Mustafa Ünal, 27.12.2002)
- Ve Mavi Marmara olayı. İnsanlığını, vicdanını, adalet duygusunu yitirmemiş tüm insanların ya içinde ya da yanında yer aldığı Mavi Marmara olayına karşı çıkan tek kişi, tek din adamı ve tek yapı Fethullah Gülen ve Hareketidir. Tabi İsrail, ABD ve yandaşlarını saymazsak. Gerekçisi de hazır; ‘Otoriteye isyan’. Oysa Fethullah Gülen, Müslüman olmanın ilk kelimesinin ‘isyan’ ile başladığını, İslam’a girmenin ilk adımının mevcut zulüm sistemlerine ve ‘otoritelerine’ ‘La / Hayır’ demek olduğunu, bütün peygamberlerin kendi dönemlerindeki zalim otoritelere başkaldırarak ve isyan ederek tevhidi mücadeleyi başlattıklarını bilmiyormuş gibi konuşuyor.
Gülen, zalim otoriteye başkaldırıya karşı çıkmakla kalmıyor; daha sonra Mavi Marmara’da katledilenlerin şehit bile olamayacağını, zira ‘Şehit olmaya gidiyoruz’ dediklerini, bu nedenle bile bile ölüme gittiklerini söylemekte de bir beis görmüyor. Cüneyt Özdemir’den dinliyoruz:
“Sohbetimiz sırasında konu İsrail ve Mavi Marmara gemisine geliyor. Fethullah Gülen Mavi Marmara’da pek çok gönüllünün sürekli tekrar ettiği ‘şehit olmaya gidiyoruz’ retoriğine şiddetle karşı çıkıyor. Böylesine bir şeyin şehitlik bile kabul edilemeyeceğini söylüyor.” (http://tr.fgulen.com/content/view/18615/12/)
Aslında bu sözlere denecek çok şey var. Fakat biz yine bu makalede izlediğimiz yöntemimizi takip etmeye devam edelim ve burada serdedilen görüşlerin vicdandan, insaftan ve adaletten uzak olduğunu; buna karşılık pragmatizm, zillet, teslimiyet, ilkesizlik, kişiliksizlik ve kimliksizlik koktuğunu Gülen’in yine kendisine başvurarak yazımıza son verelim. Bizce iki apayrı kişi(lik)le karşı karşıyayız. Aksi halde vicdan, adalet ve insaf sahibi hiç kimse hem Mavi Marmara ile ilgili yukarıdaki sözlerin hem de aşağıya alıntıladığımız sözlerin sahibinin aynı kişi olabileceğine inanamaz:
“ Şehid Olamama Burukluğu
Alparslan, Malazgirt’te üzerine giydiği beyaz urbasıyla ordusunun karşısında îrâd ettiği hutbesinde, cübbesinin kendisine kefen olmasını niyaz ediyordu. Sanki o, harp meydanına muzaffer olmaktan daha çok şehid olmak için gelmiş bulunuyordu. Ve bunu, giydiği kefeniyle de bizzat gösteriyordu. Onun için de, kendi ordusunun birkaç misli düşmanla tereddütsüz yaka-paça olabiliyordu.. ve oldu da.. Oldu ama, günün sonunda içi biraz buruktu. Zira şehid olmak istemiş, fakat olamamıştı… Sonrası malum… ” (Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla II, Perspektife Giren Şahıslar)
“ Dünyanın neresinde olursa olsun ortada bir zulüm varsa, mümin o zulmü ortadan kaldırmak zorundadır. Çünkü mümin yeryüzünün muvazene unsurudur. Bunun için de, önce çevresinden işe başlamalı ve gücü nispetinde bu daireyi genişletmenin çarelerini araştırmalıdır. Bu mevzuda himmet öyle âli tutulmalıdır ki, perspektife bütün cihan alınmalı ve sistem de ona göre akort edilmelidir.” (Fethullah Gülen, İla-yı Kelimetullah)
Kimileri, özellikle Gülen hareketi mensupları şunu diyecektir. “Canım Fethullah Gülen, takiyye yapıyor. Bunu bilmeyecek ne var?” Böyle diyenlere Fethullah Gülen’in, ‘Bana takiyye isnadında bulunmak, küfür isnadında bulunmakla eşdeğerdir.’ mealindeki sözünü hatırlatırız.
“Takiyye meselesine gelince takiyye meselesi Farslıların icat ettikleri Alevilik içinde bir prensiptir… Hele Sünnilerde takiyye mevzubahis hiç değildir. Bana takiyye isnadı, nifak isnadı, küfür isnadı gibi bir şey gelir.” (Reha Muhtar’la, Ateş Hattı, TRT 1, 03.07.1995)
Fakat yine de “Zaten takiyye dediğin böyle olur!” diyenlere de diyecek bir şey bulamıyorum. Sadece şunu diyebilirim: Böyle bir mantığın, böyle bir düşüncenin ne dinde ne insanlıkta ne de vicdanda yeri vardır. Bu düşünce olsa olsa bir bedende iki ayrı insan tipi, yani dini tabirle ikiyüzlü insan yetiştirir. İçeride başka, dışarıda başka; eski dönemde başka, yeni dönemde başka; topluma dönük yüzü başka, kendi yapısına dönük yüzü başka; toplumun geneline dönük yaptıkları medya faaliyeti ve programlar (Türkçe olimpiyatları gibi) başka, kendi aralarında yaptıkları programlar başka; başka, başka, başka ve en nihayetinde bambaşka…
ÖZEL DOSYA
DOĞAN ÖZLÜK / PLATFORM HABER