Yeryüzünün en mukaddes davasına sahibiz. Hatta sadece yeryüzünün değil… Davamız göklerde de mukaddestir! Yani biz meleklerle davadaşız. Dünyada izzet, şeref, kalp huzuru; ahirette sonsuz mutluluk ve kurtuluş bizimdir. Ebedi cennet bizimdir! Böyle bir dava için ne yapılsa yeri değil midir? Böyle bir davaya canlar, mallar, nesiller, ömürler feda edilmez mi?
Yükümüz ağır, sorumluluğumuz çok. Gücümüz, imkânımız, yeteneklerimiz, konumumuz nisbetinde davamıza sırt vermeliyiz. Bu küfür ve zulüm asrında, bu fitne çağında en küçük bir çabanın, katkının bile ne büyük gedikler kapattığını anlamalıyız. Kendimizi ve katkılarımızı küçümsememeliyiz. Benden ne çıkar, ben olmasam da olur, ben ne yapabilirim ki, dava benim gibi sıradan bir ferde ihtiyaç duyacak kadar basit mi gibi söylemler, anlayışlar kesinlikle şeytandandır. Şeytanın tuzaklarına karşı uyanık olmalıyız.
Anlatıldığına göre zamanların birinde hikmet ehli bir kral yaşarmış. Bu kral günün birinde sorumluluktan kaçan tebaasına ders vermek için bir panayır düzenlemiş. Panayıra katılan herkesten kendileriyle beraber bir testi dolusu şerbet getirmelerini istemiş. Herkes getirdiği şerbeti meydanda kurulan büyük küpe boşaltacakmış. Adamın birisi:
‘Ben testime şerbet yerine su doldururum. Nasıl olsa küp şerbetle dolacak. Benim küçük testimdeki su da şerbetin içinde yok olur gider, şerbete dönüşür’ diye düşünür. Testisini suyla doldurur, götürüp meydandaki küpe boşaltır. Küp dolunca herkes sıraya girer. Küpteki şerbetten içecektir ahali. Sıra adama gelince elindeki tası küpe daldırır. Tastaki şerbeti keyifle dudaklarına götürür. Ama içtiği sadece sudur.
Şehirdeki insanların hepsi o adam gibi düşünmüş ve küpe şerbet yerine su boşaltmışlardır.
Evet, herkes ben neyim ki, benden ne çıkar ki diye düşünürse davayı omuzlayacak kimse kalmaz.
Dava evimizi tüm gayretimizle mamur edelim. Dünya ve ahiret saadetimizin menbaı olan davamızın, dinimizin hizmetkârı olalım. Ancak bir şartla… Dava evimizin duvarlarını ihlâs tuğlalarıyla inşa edelim. Yoksa tüm emeklerimiz, gayretlerimiz berheva olur. Çünkü Allah için olmayan, salt Allah’ın rızasını gözetmeyen amel ve eylem ne kadar büyük olursa olsun hiçbir değer ifade etmez.
İhlâsla ilgili şöyle bir öykü anlatılır: Allah’ın veli kullarından birinin bir müridi varmış. Bu mürit günde yüz bin defa ‘La ilahe illallah’ zikrini çekmekle meşhur olmuş. Bunu duyan herkes ona gıpta eder olmuş. Halkın teveccüh ve ilgisine mazhar olan mürit zamanla kendisiyle övünür hale gelmiş. Her oturduğu yerde günde yüz bin zikir çektiğini söylüyormuş. Müridinin bu hali o veli zatın gözünden kaçmamış, ona bir ders vermek istemiş. Onu yanına çağırmış.
‘Yarın sabah ormana gitmeni istiyorum!’ demiş veli zat. ‘Akşama kadar ormanda kalıp ibadetle meşgul ol. Hava kararınca gelirsin.’
Mürşidinin isteğine bir anlam veremeyen mürit, ormanın yolunu tutmuş. Bu arada başlamış günlük virdini çekmeye. Bir müddet sonra zikir çekmekten sıkılmış. Ormanda onu övecek kimseler yokmuş. Issızmış orman. Oysa insanlardan övgü almaya alışmış bizim mürit. Etrafında ona gıptayla bakan kimse olmayınca virt ona sıkıcı gelmiş. Birini bulamaz mıyım ümidiyle ormanda dolaşırken bir oduncuyla karşılaşmış. Sevinç içinde oduncunun yanına koşmuş. Oduncunun yanına varır varmaz:
‘Benim günde kaç zikir çektiğimi biliyor musun?’ diye sormuş. Oduncunun cevap vermesine fırsat vermeden sözlerine devam etmiş:
‘Ben günde yüz bin defa la ilahe illallah diyorum!’
Oduncu gülümsemiş. Baltasını havaya kaldırmış. Bütün gücüyle oduna vururken:
‘Yani sen günde yüz bin defa la ilahe illallah diyorsun öyle mi?’ demiş.
Oduncu la ilahe illallah der demez bütün orman sallanmış. Mürit hayretler içinde kalmış. Kendisinin günde yüz bin defa çektiği zikri oduncunun bir defa çekmesiyle ormanın sarsılması işine akıl sır erdirememiş. Sonra birden her şeyi anlamış. Kendisi kullardan övgü almak için zikir çekiyormuş, ama oduncu Allah için…
Mürit, ihlâsla yapılmayan amelin ne kadar büyük olursa olsun hiçbir işe yaramayacağını idrak etmiş olarak pişmanlık içinde tövbe etmiş.
Yüce yaratıcı amelini sadece ona has kılan sorumluluk sahibi kullardan eylesin bizi.