Köyün en yakışıklı gençlerindendi. İncecik bıyıkları yeni terlemişti. Köydeki kızların; “Acaba beni tercih eder mi?” diye kendi kendilerine iç geçirdikleri günleri yaşıyordu.
Derken, köydeki kızlardan birine vuruldu. Varsa yoksa o. Bütün varlığını ona adamıştı. Ama kız tarafının bu evliliğe rızası yoktu. Dinler mi bizim deli oğlan? Elinden tuttuğu gibi kaçırdı sevdiğini. İki aşiret mi birbirine girecek? Varsın kan gövdeyi götürsündü onun için.
Ehmed’in ailesi köyden ayrılmak zorunda kaldı. Az gittiler, uz gittiler, Dicle’yi geçtiler ve Hezex (İdil) diye bir yere kondular. Bizim Ehmed, bakkallık yapmaya başladı. Keyfine diyecek yoktu. Kendisini evde bekleyen bir aşkı ve eve ekmek götürecek bir işi vardı. Fakat birinci öncelikli emeline ulaştığından, yeni yeni bir sevdası öne çıkmaya başladı.
Ehmed de her Kürd genci gibi kültürel açlık çekiyordu. Bahsettiğimiz zaman dilimi, Şivan Perwer’i dinlemenin yasak olduğu yıllardı ve kuytu bir köşede onu dinlemek, Kürtlüğün zirvesi sayılıyordu. Bu yasaklar birçok Kürd gencini sosyalist/komünist yapılanmalara doğru itiyordu.
Ehmed, birçok akranı gibi bu yapılara sempati duymaya başladı. Evet evet, bu davası köydeki temiz aşkının önüne geçmeye başlamıştı. Artık bıyıkları kalındı. Stalin’e benzemek için bırakılan bıyıkların, çevrede uyandırdığı intibaı herkes bilirdi. Yeni sevdası, evdeki aşkını ve bu aşkın ürünü olan bebelerini dahi riske edebilecek derecedeydi.
Fakat bu kalın bıyıklı, temiz fıtratlı insanı başka gözler de gözetim altına almıştı. Bu “Delikanlı” duruşlu genci kazanmak, her yiğidin istediği bir şey olmalıydı. Derken, müşteri kılıklı bir davetçi dükkânından içeri girdi. Kendini tanıttı. Veresiye alış veriş bahanesiyle uzun soluklu, ticari bir birliktelik olacaktı bu. Yağ, şeker, tuz vb. öteberi vasıtasıyla, bir çay içimlik zaman kalıyordu kendilerine.
Müşteri ile bakkal arasında, Allah’ın dini idi konuşulan. Böylelikle günler geçti. Dedik ya, bıyıkları kalındı Ehmed’in. Hala da kalındı. Ama kulak kabartıyordu anlatılanlara. Saf, temiz fıtratı kendisini zorluyordu. O, duygularını bastıramaya çalışsa da, göğüs kafesinin içindeki volkan fokurdamaya başlamıştı. Her an patlayabilirdi.
Kendisince kıyas yayıyordu. Dükkâna gelen müşteri kılıklı adamın davası neydi? Onun söyledikleri ile karanlık köşelerde dinlediği kalın bıyıklıların anlattıkları arasındaki fark neydi? Bu kalın bıyıklar neyin nesiydi?
Bir sabah uyandı. Aynanın karşısına geçti. Bıyıklarına baktı; “Hakikaten bunlar bana yakışmıyor, inceltmem ve dudak sınırlarını belirlemem lazım” dedi kendi kendine. Öyle de yaptı. Bir güzel düzeltti bıyıklarını. Artık yeni bir davası vardı Ehmed’in.
Müşteri, onu bu haliyle görünce gülümsedi. “Hayırlı olsun” dedi. “Akşama bunu benim evde bir yemek ile kutlayalım” diye bir öneride bulundu. Yemekten sonra iki kişilik ders halkası oluşturuldu. Bundan böyle Ehmed, Peygamber’inin hayatını tedris edecekti.
Ehmed, yeni sevdası uğruna, kalın bıyıklıların hepsini karşısına almıştı. Delikanlılığı yine köydeki gibiydi. “Nereden ince ise” mantığı ile elinin tersi, her tehdidi geri püskürttü. Yeni sevdasını anlamayanlar ona “Sofik” diyorlardı. Varsın söylesinler. Hatta deli divane desinler. Zaten âşık olmak bir nevi delilik değil miydi? Bizim delikanlı yeni aşkının deli divanesiydi artık.
Derken, 28 Şubat’ın postallıları dayandılar kapısına. Müşteri ile birlikte götürüldüler işkence seanslarına. Bizim deli oğlanın yine delikanlılığı tutmuştu. Vücuduna verilen elektrik, kâr etmiyordu onu hizaya getirmeye. Sonra kısa bir cezaevi sefası. Baktılar olmuyor, dışarıya saldılar.
Ama bu postallıların vaz geçmeye niyetleri yoktu. Bir süre Irak’ta mahsur kalmıştı bizim oğlan. Sonra ikinci kez işkence seansları ve cezaevi süreci. Olmadı, olmuyor. Delikanlı tutumundan taviz vermiyordu Ehmed. Ama baskılar iyice artmıştı.
Ve Almanya’daki muhaceret yılları başladı onun için. Köydeki ilk aşkından uzun süre ayrı kalmak zorunda kalışını, Mem ile Zin’in bir araya gelmesi gibi birbirlerine kavuşmaları takip etti. Aslında hikâyenin sonu yaklaşıyordu.
Bir ur peyda olmuştu Ehmed’in beyninde. Doktorlar kötü huylu diyorlardı. Müşteri, uzaktan uzağa haberlerini alıyordu. Meğerse köydeki aşirete rest okuyan, kalın bıyıklıları elinin tersi ile iten, postallılara boğun eğmeyen Ehmed, bir tümöre yenilecekti. Ama delikanlılıktan taviz vermek yoktu onun kitabında. Ara ara gözyaşı dökse de, dilinden hamd eksilmiyordu.
Bu bir şehadet hikâyesi değildi. Ama Ehmed’in zamansız ve hicretteki delikanlıca vefatı, bir şehidinki kadar değerliydi.
Güle güle delikanlı Ehmed.