Demokrasi Aldatmacası ve Evrenselci Alternatif

Mevcut rejimi (yani, tekelci kapitalizm) tüm unsurlarıyla kabul eden bir ideolojiyle karşı karşıyayız ve bu rejim, kapitalist güç adına yararlı bir rol oynuyor. Bir yandan dünyayı değiştirmeye çalışıyor; bir yandan da hiçbir şeyi değiştirmeye gücü olmayan

Samir Amin

Demokrasi aldatmacası, bizi yarının demokrasisini icat etmeye zorluyor. Genel oy hakkı, yakın dönemin bir icadı: Birkaç Avrupa ülkesindeki (İngiltere, Fransa, Hollanda ve Belçika) işçilerin mücadeleleriyle başladı; ardından aşamalı olarak tüm dünyaya yayıldı. Bugün yeryüzünün her noktasında, adil yollardan seçilmiş, çok-partili bir meclise temel yetkinin devredilmesine yönelik talep, demokratik istekleri tanımlıyor ve bu isteklerin gerçekleştirilmesini güya güvence altına alıyor -veya öyle olduğu iddia ediliyor. Marx'ın kendisi de, genel oy hakkını, "sosyalizme barışçıl geçişin olası bir yolu" olarak belirtmişti. Ancak, Marx'ın beklentilerinin tarih tarafından çürütüldüğünü de belirtmeliyiz.

Seçim-temelli demokrasinin gerçek bir değişim yaratmada başarısız olmasının ardındaki temel sebebi bulmak pek de zor olmasa gerek: mevcut toplumlar, işgücünün sömürüsüne dair ikili bir sistem üzerine temelleniyorlar ve bu toplumlarda devletin güçleri, yönetici elit sınıfın elinde toplanmış bulunuyor. Bu temel gerçeklik sonucunda, toplumun geniş kesimleri siyasetten ve kültürlerinden görece olarak uzaklaşı- yorlar. Sistemik bir işlevi yerine getirmek üzere tasarlanıp uygulanan bu sonuç, eş zamanlı olarak, sistemin yeniden üretilmesinin koşulu oluveriyor. "Taban örgütlenmesi" olarak adlandırılan şey, derin bir uykudaki toplumu ifade ediyor. Genel oy hakkıyla bu koşullar altında gerçekleşen seçimler, her ne kadar bazen "reformcu" bir kisveye bürünse de, muhafazakârlık adına gerçek bir zaferle sonuçlanıyor.

İşte bu yüzden toplumda hiçbir zaman, "uzlaşı" (yani, değişimin olmayışı) temelli bu tür bir yönetişim şeklinden gerçek bir değişim ortamı yaratılama- dı. Gerçek bir sosyal dönüşüme yönelen her türlü değişim -radikal reformlar şeklinde bile olsa- (seçmen anlamında) "azınlıklar" tarafından gerçekleştirilen bazı mücadeleler sonucunda elde edildi. Şayet toplumun temel gücü olan bu azınlıklar ellerini taşın altına koymamış olsalardı, hiçbir değişim mümkün olmayacaktı. Bu tür mücadeleler, bu tür azınlıklar tarafından gerçekleştirildikçe, daha önceleri sessiz kalmış çoğunluğu da yanlarına katarlar ve genel seçimlerde tüm kesimlerin rızasını alıp, zafere ulaşabilirler.

Çağdaş dünya "uzlaşısı" (bu uzlaşının sınırları, genel seçim hakkıyla belirlenir), hiç olmadığı kadar muhafazakar bir görüntü sergiliyor. Dünya sisteminin merkezlerinde, uzlaşı, emperyalizm yanlısı bir kisveye bürünüyor. Ancak bu demek değildir ki, muzaffer olan diğer halklara yönelik kin ve garez ortamı söz konusu. Daha ziyade, her gün emperyalist bir rant akışı söz konusu ve bu akış kabul edilir bir hal alıyor; çünkü toplumun yeniden üretiminin bir koşulu olarak görülüyor. Periferide kalan bölgelerde yaşayan ve kapitalist/emperyalist birikim sürecinden dolayı yoksullaşan halklar ise, bu duruma karşı karmaşık yanıtlar veriyorlar; çünkü her zaman daha iyi bir geçmişe geri dönüş olabileceği yanılsamasıyla yaşıyorlar. Bu koşullar altında, "seçimlere" başvurmak, başat güçlerin hareketin üzerinde hakimiyet kurmasının, mücadelelerin radikalleşmesi olasılığını önlemenin en iyi yolu olarak görülüyor. 1968 yılında, kimileri, "seçimlerin aşağılık insanlara yönelik olduğunu" söylemişti. Ancak, bu görüş teyit edilmedi. Seçilmiş bir meclis, "düzensizliği" sonlandırmaya ve "istikrarı geri getirmeye" yarar. Her şeyi değiştirip, daha sonraları hiçbir şeyin değişmemesini sağlar.

Peki, seçimlerden vazgeçmemiz mi gerekir? Hayır, asla. Ancak. Seçimlerin muhafazakar güçlerin öngördüğünün dışında şekillerle kullanıldığı yeni, zengin ve teşvik edici demokratikleşme şekillerini nasıl yaratabiliriz? İşte asıl sorun burada.

Demokrasi Saçmalığı Sahneye Çıkıyor

Bu sahne düzeni, ABD'nin Kurucu Babaları tarafından icat edilmişti. Amaçları, seçime dayalı demokrasinin özel mülkiyet (ve esaret!) temelli sosyal düzeni sorgulamak üzere insanlar tarafından kullanılabilen bir araç halini almasını engellemekti. Bu bağlamda, hazırladıkları anayasa da, elinde bazı temel güçleri bulunduran bir Başkan'ın (bir tür "seçilmiş monark") dolaylı yollardan seçilmesine dayanıyordu. Başkanlık seçimi kampanyaları, bu koşullar altında, doğal olarak "bi-partizanlığa" doğru meyilliydi. Bu eğilim ise, zaman içinde, "tek parti"nin ifadesine dönüşüyordu. Elbette on dokuzuncu yüzyılın sonundan itibaren, tüm bunlar, tekelci sermayenin çıkarını temsil etti ve bu tekelci sermaye, farklı çıkarlara sahip olduğunu düşünen "müşteri toplulukları"na hitap etti.

Demokrasi aldatmacası, gerçek bir alternatifin (örneğin, yeni, radikal olarak farklı seçeneklerin olasılığı) gerektirdiği düzeye asla ulaşamayacak olan "alternatifler" (bu durumda, Cumhuriyetçiler ve Demokratlar) sunarak kendini gösterir. Ancak, alternatif sunabilecek gerçek bir perspektif olmaksızın, demokrasi var olamaz. Buradaki saçmalık, "uzlaşı" (!) ideolojisini temel alıyor ki söz konusu ideoloji, çıkarlar ile geleceğe dair vizyonlar arasındaki ciddi çatışmaları göz ardı eder. Gerçek bir anti-demokrat olan

Jean Monnet, bugün Brüksel'de anılıyor. Monnet'nin Amerikan modelini kopyalama doğrultusundaki niyeti, bugün tamamen anlaşılıyor. Kendisi, "yeni Avrupa demokrasisi"nin kurucusuydu. Monnet, seçilmiş meclisleri yetkilerinden mahrum etmek ve bu yetkileri de "teknokratlar komiteleri"ne aktarmak konusunda Avrupa Birliği çapında oldukça gayret etti.

Şurası kesin: demokrasi aldatmacası, emperyalist üçlünün (ABD, Batı Avrupa ve Japonya) varlıklı toplumlarında fazla sorun yaratmadan işliyor; çünkü ardında, emperyalist bir rant bulunuyor. Ancak, demokrasi aldatmacasının ikna edici gücü, ayı zamanda uzlaşıya dayanan "bireyselci" ideolojiyle, mücadeleler sonucu elde edilmiş "haklara" duyulan saygıyla, bağımsız bir yargı kurumun tesis edilmesiyle ve hakları güvence altına alma yükümlülüğü bulunan piramit şeklindeki kurumların karmaşık yapısıyla daha da destekleniyor.

Tarihsel açıdan bakıldığında, Kıta Avrupa'sı, demokrasi aldatmacasının durgun sularını fazla yaşa- yamadı. On dokuzuncu yüzyılda (ve hatta 1945'e dek), demokrasiye yönelik mücadeleler, kapitalist ve orta sınıf burjuvazilerden ilham alıyordu ve eski rejimlere direniş gösteriyordu. Dolayısıyla, kaotik bir ilerleme ve geri çekilme modelini benimsemişlerdi. Marx, söz konusu direncin, ABD'de -çok şükür ki- bilinmeyen bir engel oluşturduğunu düşünmüştü. Ancak bu düşüncesinde hatalıydı; keza, "salt" bir kapitalist sistemde (tıpkı ABD'deki gibi), siyasi süreçlerin "gereğinden fazla belirlenmesi"nin, "totaliterlik" olarak adlandırılan duruma kaçınılmaz olarak zemin hazırlayabileceği gerçeğini göz ardı etmişti. Totaliterlik, genellikle kapitalist emperyalist dünyaya daha çok uygulanır.

On dokuzuncu yüzyıl Avrupası'nda (ve biraz da ABD'de), tarihi koalisyonlar, sermayenin karmaşık ve değişebilir bir gücü olmasını sağlamak için bir araya gelmişti. Benzer şekilde, seçmen düzeyinde yaşanan mücadeleler de, zaman zaman gerçekten demokratik bir hal alabilir. Ancak zaman içinde kapitalist koalisyonların çeşitliliğinin tekelci sermayenin tahakkümüne boyun eğmesi sonucunda, tüm bu kalıplar giderek küçüldü. Bundan sonra ise, sahneye "Liberal Virüs" olarak adlandırdığım şey çıktı: Avrupa, giderek Amerikan modeline yakınlaştı. En büyük kapitalist güçler arasındaki mücadeleler, tarihi koalisyon unsurlarının güçlenmesine yardımcı oldu ve böylelikle milliyetçilik yoluyla sermayenin hakimiyeti sağlandı. Hatta özellikle Almanya ve İtalya'da, burjuva devriminin demokratik programının yerine geçmesi için "ulusal bir uzlaşı" sağlandı.

Demokrasinin bu şekilde "deforme" edilmesi, halihazırda tamamlanmış bir durum. Üçüncü Enter- nasyonal'in komünist partileri, buna kendi çaplarında karşı çıkmaya çalıştılar; ve hatta SSCB'yi model alarak kendi alternatiflerini oluşturdular. Ancak bunlar da, kalıcı birer alternatif koalisyon oluştura- mayınca, demokratik seçim aldatmacasına dayanan sisteme teslim oldular. Böylelikle, radikal solun bir bölümü, gerçek bir "seçim zaferi" umudundan vazgeçti. "Azınlıklara" ayrılan ikinci sınıf koltuklarda varlıklarını sürdürmekten mutlu oldular; seçmen nüfusunun en fazla %5 ila 10'unun oylarını almak, onları tatmin etti. Yegane endişeleri sistemin "gariban" unsurlarına bağımlılık olan ve bunu da bir "strateji" olarak benimseyen bu seçilmiş temsilciler topluluğu adı altındaki radikal sol, herhangi bir katma değer sağlayamayınca, neo-faşist demagogların ekmeğine yağ sürmüş oldu.

Kendisini "post-modern" olarak tanımlayan bir söylem, demokrasi aldatmacasının yıkıcı etkilerini kabullenmeyi reddeder; ancak yine de bu aldatmacaya boyun eğer. Seçim sonuçları ne olursa olsun, önemli olanın "başka yerde" (liberal virüse göre "tarihin aktif süjeleri" olduğu iddia edilen bireylerin bulunduğu "sivil toplumda") aranması gerektiğini düşünür. Ancak, emperyalist üçlünün varlıklı toplumlarında tartışılmayan demokrasi aldatmacası, sistemin periferilerinde işlerlik göstermez. Bu "fırtınalı" bölgelerde kurulu düzen, toplumu istikrara kavuşturmak için yeterli olan meşruiyetten yararlanmaz.

Öncü Kıtaların Kuramları ve Uygulamaları

İle Aydınlanmış Despotizmler

Günümüzde yaşanan fırtına, devrimle eş anlamlı değil; sadece devrimsel ilerlemelerin potansiyel bir taşıyıcısı. Periferide yaşayan halkların bu sürece verdikleri tepkiler pek o kadar da basit sayılmaz; keza örneğin Rusya, Çin, Vietnam ve Küba'da radikal sosyalist ideallerden, Latin Amerika, Asya ve Afrika'da ise ulusal özgürlük ve sosyal ilerlemelerden ilham almışlardır. Kimi unsurları evrenselci ve ilerlemeci bir görünüme sahipken, kimileri ise gerici bir tabiat sergilemektedir. Bu eğilimler arasındaki çatışmaların ve/veya bütünleyiciliklerin ortaya çıkarılması, bazı önemli demokratik ilerleme şekillerini formüle etmemizi mümkün kılacaktır. Üçüncü Enternasyonal dahilinde Rusya'da ve Çin'de görülen sırasıyla Marksizim-Leninizm ve Maoculuk, gerici olabilecek herhangi bir görünümü tamamen reddetmiş; geleceğe bakmayı tercih etmiştir. Bu da, evren- selci bir özgürleşme dileğine karşılık gelir. Bu seçeneği Rusya'da kolaylaştıran şey, Batıcılık yanlısı burjuvaların, otokrasinin "Slav yanlısı" ve "Avrasyalı" müttefiklerinin hakkından gelmesi için geçen uzun bir hazırlık dönemiyken, Çin'deki kolaylaştırıcı etmen ise Taiping Ayaklanması olmuştur.

Aynı zamanda, bu tarihi Marksizm biçimleri, kendilerine, sosyal dönüşüm sürecinde "öncü kıta" rolü de biçmişler; bu seçeneğe de "Parti" ismini vererek kurumsallaştırmışlardır. Bu seçeneğin etkili olmadığı söylenemez. Tam aksine, bu devrimlerin zaferinin kökeninde yer alırlar. Azınlık bir öncü kıtanın, devasa bir azınlıktan destek alacağı yönündeki hipotez de, doğru temellenmiştir. Ancak, aynı zamanda şu da doğrudur: tarih, bir süre sonra, bu hipotezin ne denli etkili olduğunun sınırlarını gösterdi. Bu "öncü kıtaların" merkezi gücü ellerinde bulundurması sonucunda, kurduklarını iddia ettikleri "sosyalist" sistemlerin raydan çıkmasına katkı sağlamış oldular.

Peki, "aydınlanmış despotizm", bu tarihi Marksizm biçimlerinin kuramını ve uygulamasını oluşturdu mu? Bu Marksizm biçimleri, her halükarda, Völkisch Nostalgia'ya karşıydı. Din karşısındaki tutumları, bunun bir kanıtıydı: dini, "gericilik" olarak görüyorlardı. Öncü kıta konsepti, aynı zamanda bu Çinli ve Rus devrimci toplumlarının ötesinde diğer toplumlar tarafından da benimsendi. 1920-80 arasında dünya çapında Komünist partilerin temelini oluşturdu. Çağdaş ulusal/popülist üçüncü dünya rejimlerinde yerini buldu.

Dahası, bu öncü kıta konsepti, teori ve ideolojiye önem veriyordu. Aynı önem, devrimci "entelektüellerin" veya İntelijansıya'nın rolüne karşı da gösteriliyordu. "İntelijansiya", eğitimli orta sınıf demek değil. Daha ziyade, bazı toplumlarda bazı koşullar altında ortaya çıkan, ardından da aktif ve bazen karar verici bir aracıya dönüşen sosyal bir grubu tanımlar. Rusya ve Çin dışında benzer oluşumlar, Fransa, İtalya ve belki de birkaç ülkede daha görülür -ancak ne Britanya'da, ne ABD'de, ne de Kuzey Avrupa'da rastlanmaz.

Fransa'da, 20. yüzyılın büyük bölümünde, "İntelijansiya," ülkenin tarihinde büyük bir öneme sahip oldu. Bunun nedeni, belki de, Paris Komünü'nün dolaylı etkisiydi; keza söz konusu Komün sırasında, kapitalizmin ötesinde çok daha ileri bir medeniyet düzeyi inşa etme ideali dillendirilmişti.

İtalya'da ise, faşizm-sonrası Komünist Parti'de de benzer bir işlev göze çarpar. Luciana Castillana'nın tespitine kulak verirsek, o dönemde işçi sınıfının vargücüyle desteklediği öncü kıta olan Komünistler, İtalyan demokrasisinin yegane failleriydi. Toplumda muhalefet anlamında gerçek bir güç uyguladılar ve bu güç, dönemin "hükümetinden" bile daha fazlaydı! Sebepsiz yere intihara kalkışmaları sonucunda, İtalyan devleti de İtalyan demokrasisi de toprağa gömüldü. Sözünü ettiğimiz "İntelijansıya" fenomeni, ne ABD'de ne de Protestan Kuzey Avrupa'da geçerli olmadı. Orada "elit" olarak adlandırılan şey, sistemin dalkavuklarından ibaretti. Pragmatik felsefeleri sonucunda, Protestan Reformu'nun muhafazakar etkileri daha da güçlenmiş oldu. Alman anarşist Rudolf Rocker, düşüncemize yakın bir görüşü dillendiren birkaç Avrupalı düşünürden biridir; ancak Weber'den bu yana, Reformu ilerlemeci bir adım olarak övmek moda oldu.

Periferi toplumlarda, "öncü kıtaların" girişimleri, daha geniş halk çoğunluklarının katılımı ve desteğinden yararlandı. Bu siyasi billurlaşmaların en çok rastlanılan şekli, popülizm idi ve "Güneyin Uyanışı"nda belirleyici oldu.

Elbette çok çeşitli "popülizm" şekilleri var. Popülizmler, genellikle "düşünceleri" kabul edilen, tartışılmayan, baskın gelen "karizmatik" figürlerle bağlantılıdır. Popülizmle ilintili gerçek sosyal ve ulusal ilerlemeler, bazı koşullar altında "ulusalcı-popülist rejimler" şeklinde bir tanımlamayı akla getiriyor. Ancak, bu ilerlemelerin asla sıradan "burjuva" demokratik uygulamalar üzerine temellenmediğini de belirtmekte yarar var. Atatürk Türkiye'si buna bir örnektir: Kuşkusuz Orta Doğu'daki modelin ilk kıvılcımını yakan Atatürk Türkiye'si, daha sonraları Nasır'ın Mısır'ını ve Irak ile Suriye'deki Baas rejimlerinin ilk aşamalarını etkilemiş, FLN yönetimi altındaki Cezayir'e ilham vermiştir. 1940'lı ve 1950'li yıllarda Latin Amerika'da da benzer deneyimler yaşandı. Gerçek ihtiyaç ve olasılıklara yanıt verdiği için, bu "formül", yenilenme şansını tam olarak kaybetmemiştir. Bu yüzden de, Latin Amerika'da halihazırda bazı deneyimleri "ulusalcı-popü- list" olarak adlandırmayı sürdürüyoruz.

Batılı yorumcuların çoğunun yaptığı gibi "de- mokrasi"ye dair genellemeler ve basite indirgemeler karşısında dikkatli olunması gerekiyor. Periferi ülkelerde, bazen, demokrasi aldatmacası, fantastik bir parodiye dönüşüyor. Ulusalcı-popülist rejimlerin "demokrat" olmayan bazı liderleri, ilerlemeci ve "büyük reformcular"a dönüştüler. Nasır bunun bir örneğidir. Ancak, diğerleri de, tutarsız soytarılardan farksızdı. Buna örnek olarak da Kaddafi verilebilir. Bin Ali, Mübarek gibi diğer sıradan "aydınlanmamış despotları" da unutmamak gerekir. Bu diktatörler, ulusalcı-popülist deneylerde bulunmadılar; yaptıkları tek şey, kendileriyle bağlantılı mafyalar tarafından ülkelerinin yağmalanmasını organize etmek oldu. Dolayısıyla, onları destekleyen emperyalist güçlerin "uygulama ajanları" oldular.

Kültürel Nostalji İdeolojisi, Demokrasinin

Düşmanı

Tüm ulusalcı-popülist deneyimlerin spesifik sınırları, bugünün kapitalist-emperyalist dünyasının periferisinde yer alan toplumları nitelendiren nesnel koşullardan köklerini alır. Ancak, bu deneyimlerin başarısı ve başarısızlığının ardında bazı temel etmenler bulunuyor. "Geçmişe Dönüş" talepleri, ilgili toplumlar nezdinde kusursuz bir "geri kalmışlık eğiliminin" bir sonucu olarak okunmamalı. Periferide kalan halkların ve ulusların hepsi, sadece emperyalist sermayenin ekonomik sömürüsüne değil, aynı zamanda kültürel bir saldırganlığa da maruz kaldı. Kültürleri, dilleri, gelenekleri ve tarihleri inkar edildi. Dolayısıyla, dış ve iç sömürgeciliğin kurbanlarının, siyasi ve sosyal özgürleşmelerini ulusal haysiyetlerini geri kazanmakla ilişkilendirmelerinden daha doğal bir şey yok. Ancak, bunun karşılığında, öne sürülen bu meşru talepler, sürekli geçmişe bakarak, bugünün ve geleceğin sorularının çözümünü geçmişte aramak gibi bir eğilimi beraberinde getiriyor. Dolayısıyla, bu toplumlar nezdinde filizlenen uyanış ve özgürleşme hareketlerinin trajik bir körleşmeye saplanıp kalması gibi gerçek bir risk söz konusu.

Çağdaş Mısır tarihi, geleceğe açılan evrenselci bir vizyon ile geçmişteki haysiyetin geri kazanılması arasında kurulan bütünleyicilikten, "ya Batılılaş, ya da Geriye Dön" şeklinde mutlak olarak ifade edilen iki seçenek arasındaki çatışmaya doğru yaşanan dönüşüme dair mükemmel bir örnek sunuyor.

1804-1849 yılları arasında Muhammed Ali ve 1870'li yıllara dek Hidivler, Avrupai modelleri yansıtan formüllerin benimsenmesine açık bir modernizasyondan yana tercihte bulundular. Bu tercih, ucuz bir "Batılılaşma"dan ibaret değildi. Mısır devletinin başında bulunan kişiler, ülkenin modern sanayileşmesine son derece önem vermişler; sadece Avrupa'daki tüketici piyasalarını model almakla yetinmemişlerdi. Dolayısıyla, Avrupa modellerini kendi ulusal kültürleriyle harmanlamaya adanmışlardı. Ayrıca, benimsedikleri Avrupa modellerinin, kendi kültürlerinin seküler bir yönde evrilmesine katkı sağlamasını arzulamaktaydılar. Dilsel bir yenilemeye yönelik verdikleri destek, bunun bir kanıtıdır. Elbette benimsedikleri Avrupa modeli, "kapitalizm" idi ve kuşkusuz, Avrupa kapitalizminin emperyalist doğasına dair net bir görüşleri yoktu. Hidiv İsmail, "Mısır'ı bir Avrupa ülkesi haline getirme" hedefini zikrettiğinde, Atatürk'ten 50 yıl daha öndeydi. Ulusunun yeniden doğumunun bir parçası olarak "Avrupalılaşmanın" önemine vurgu yapmıştı.

Ancak, Avrupa Rönesansı'nın anlamını kavrayamayan Mısır'da, geçmişe yönelik duyulan nostaljinin, bu ülkedeki her kavrama içkin olduğu da bir sır olmasa gerek. Zaten, bu geriye doğru bakış, 19. yüzyıl sonundaki ulusal yenilenme hareketine baskın geldi. Bunu da şu şekilde açıklıyorum: 1800'den 1870 yılına dek sahnede olan "modernleşme" projesinin başarısızlığa uğramasıyla birlikte, Mısır gerilemeye başladı. Ancak, bu gerilemeyi durdurmaya çalışan ideoloji de, yine bu gerileme döneminde şekillendi. Mustafa Kemal ve Muhammed Farid - yeni Milliyetçi Parti'nin kurucuları- mücadelelerinin odak noktasını "geriye dönüş" ekseninde şekillendirdiler. "Osmanlı-odaklı yanılsamaları" ve İngilizler karşısında İstanbul'un desteğini alma istekleri, bunun bir kanıtıdır.

Ancak, bu seçeneğin abesle iştigal olduğunu tarih de kanıtlıyor. 1919-1920 yıllarında yaşanan ulusal devrim, Milliyetçi Parti tarafından değil, onun "modernleşmeci" rakibi Wafd tarafından idare edilmişti. Hatta Taha Hüseyin, Hidiv İsmail'in sloganını - "Mısır'ı Avrupalılaştırmak"- benimsemişti ve bu amaç doğrultusunda El Ezher'i marjinalize etmeye yönelik yeni bir üniversitenin kurulmasını desteklemişti. Milliyetçi Parti'nin mirası olan bu geriye dönüş eğilimi, bir süre sonra anlamsız bir hal aldı. Partinin lideri olan Ahmed Hüseyin, 1930'lu yıllarda, küçük ve faşizm-yanlısı bir partinin başında bulunuyordu. Ancak, bu eğilim, 1952 yılında monarşiyi deviren "Özgür Memurlar" grubu arasında güçlü bir diriliş yaşayacaktı. Nasır ise, endüstriyelleşme temelli modernizasyon ile geriye dönüş eğilimi taşıyan kültürel yanılsamalara verilen destek arasında bir bağ kurmaya çabaladı. Nasırcılar, "El Ezher'in modernizasyonuna" ilişkin tercihlerinde de, "völkisch" bir kültürel yanılsamaya olan bağlılıklarını göstermişlerdir.

Halihazırda, kimilerinin "modernleşmeci, evren- selci" vizyonları ile kimilerinin "Orta Çağı andıran" vizyonları arasındaki çatışma, Mısır'da asli önem arz ediyor. Birinci vizyon radikal sol tarafından savunulurken (Mısır'da komünist gelenek, İkinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından gelen yıllarda güçlüydü), aynı zamanda aydın orta sınıf, sendikalar ve yeni jenerasyonlar arasında da destekçi buluyordu. Geçmişe dönüşü savunan görüş ise, Müslüman Kardeşlerle birlikte, daha çok sağ kesimlerin gündeminde yer aldı ve bu görüşü savunanlar, Suudilerin desteklediği Vahabi yaklaşımını benimsediler. Dolayısıyla, Mısır'ı kör bir dar geçide hapseden gelişim ile Çin'in Taiping devriminden bu yana benimsediği ve Maoculukla birlikte daha da derinleşen yol arasındaki tezatlığı ortaya çıkarmak, pek zor olmasa gerek: Geleceğin inşası, geçmişe dair sert bir eleştiriden geçer. Modern dünyaya açılmanın ön koşulu, yenilenmenin odak noktasını gölgede bırakan gerilemeci bir kültürel nostaljiyi reddetmekten geçer.

Dolayısıyla Çin'in bugün kendisini "yükselen" ülkelerin öncü kıtasında bulması, bir rastlantı değildir. Ayrıca bu yarışta Mısır'ın değil, bizzat Türkiye'nin yer alması da, aynı şekilde rastlantı olarak değerlendirilemez. Türkiye, "İslamcı" olarak nitelendirilen AK Parti'ye karşın, Kemalizm'in erken dönem atılımlarından faydalanıyor. Ancak, Çin ile Türkiye arasında önemli bir farklılık bulunuyor: Çin'in "modernleşme- ci" seçeneğinin, "Sosyalist" bir perspektif sunması (Çin, kolektif emperyalizm Üçlüsü'nden ABD ile bir hegemonya çatışması içindeydi) ve bu perspektif sayesinde ilerleme doğrultusunda bir şansın doğması öngörülüyordu. Bugünün Türkiyesi'nin "modernite" seçeneğinde ise, çağdaş küreselleşme mantığından herhangi bir "kaçış yolunun" bulunması öngörülmüyor. Ancak bu seçenek için de bir gelecek yok. Başarılı görünüyor; ancak sadece geçici olarak.

Tüm Güney ülkelerinde (yani periferilerde), modernleşmeci ve gerilemeci eğilimlerin bileşkesi, farklı şekillerde ortaya çıkıyor. Bu durumun yarattığı karmaşa, en bariz örneklerinden birini, "geçmiş toplumlarda görülen demokratik formlara dair yapılan acemice söylemlerde" ve bu toplumların herhangi bir şekilde eleştirilmeksizin göklere çıkarılmasında kendini gösteriyor. Dolayısıyla, bağımsız Hindistan'da Panchayat, Müslümanlar arasında Şura, Afrikalılar arasında da "Konuşan Ağaç"a dair övgüler diziliyor. Ancak bu modası geçmiş sosyal formların, modern dünyanın sorunlarıyla herhangi bir bağlantısı olmadığı da bir gerçek. Hindistan gerçekten de dünya üzerinde (seçmen sayısı anlamında) en büyük demokrasi mi? Bu seçmen demokrasisi, ta ki kast sistemine dair getirilen radikal eleştiri tamamlanana ve kast sistemi tamamen kaldırılana kadar bir aldatmaca olmayı sürdürecek. Şura da, Şeriat'ın uygulanmasının bir aracı olmayı sürdürüyor ve bu anlamda, demokrasinin düşmanı olarak yorumlanıyor.

Latin Amerika halkları da bugün benzer bir sorunla karşı karşıya: İberya'daki iç sömürgeleşmenin doğası anlaşıldığında, bu halkların "yerli" taleplerinin meşruiyetini anlamak daha da kolaylaşır. Ancak, kimileri de, evrenselciliğin gerekleri ile bu toplumların tarihsel miraslarının gelişim potansiyeli arasında radikal ilerlemeci bir bağlantı kuran kavramlar öneriyorlar. Bolivya'daki mevcut tartışmalar, bu anlamda zengin bir katkı sunacaktır. François Houtart, söz konusu yerli söyleme dair aydınlatıcı bir eleştirel analiz getirmiştir.

Bununla birlikte, modern bir dünyanın inşasıyla ilintili olarak gerilemeci bir kültürel yanılsamanın yaptığı katkı, sadece periferi halklarına atfedilemez. Avrupa'da kuzeybatı bölgesi dışında yaşayan burjuvaziler de, İngiltere ve Fransa'daki gibi devrimleri sürdürecek kadar güçlü değillerdir. Almanya ve İtalya'da karşılaşılan, daha sonraları da kıtanın doğu ve güney bölgelerine doğru yayılan "ulusal" hedef, halkı harekete geçirmenin bir yolu olarak kullanıldı. Bu tür vakalarda geriye dönük kültürel yanılsamalar, "etnik" oldukları kadar "dini" değillerdi; daha ziyade ulusun etnik-merkezli bir tanımına (Almanya örneği) veya Roma tarihinin mitoloji eksenli okunmasına (İtalya) dayanıyorlardı. Faşizm ve Nazizm, völkisch kültürel nostaljinin "ulusal" ve kuşkusuz anti-demokratik şekillerinin bir yansımasıydı.

2. Evrenselci Alternatif: Tam ve Otantik

Demokratikleşme ve Sosyalist Perspektif

 

Burada size demokrasiden değil, demokratikleşmeden söz edeceğim. Demokrasi, başat güçlerin dayattığı formüllere indirgendiğinde, bir aldatmacanın ötesine geçmiyor. Seçmen temelli aldatmaca, yetenekli olmayan yapay bir parlamento ve sadece IMF ve Dünya Ticaret Örgütü'ne karşı sorumlu olan bir hükümet üretiyor. Bu ikisi ise, emperyalist üçlünün kurduğu tekellerde birer araç işlevi görüyor. Ardından, protesto hakkına dair "insan hakkı" söylemi aracılığıyla, demokrasi aldatmacası son buluyor -tek koşul ise, protestoların, tekellerin üstün gücü önünde gerçek bir meydan okumaya mahal vermemesi. Bu sınırın ötesine geçildiğinde, protestolar "terörizm" olarak yaftalanıp, suçlu mertebesine konuyorlar.

Buna karşın, tam ve eksiksiz olarak kabul edilen demokratikleşme ise -keza, demokratikleşme, sosyal yaşantının tüm unsurlarını bünyesinde barındırır ve bu unsurlara, ekonomi yönetimi de dahildir-, sonlanmayan ve herhangi bir sınır tanımayan bir süreç olabilir. Eğer çok daha ileri bir medeniyet düzeyi inşa etmek anlamında özgün güçleri harekete geçirmiyorsa, demokratikleşmenin hiçbir anlamı, hiçbir gerçekliği yoktur. Dolayısıyla, önceden belirlenmiş bir giysi içine sokulamaz. Bununla birlikte, demokrasi hareketinin temel çizgilerini önceden belirlemenin ve olası aşamalarda izlenecek stratejik hedefleri tanımlamanın da bir yararı yoktur.

Demokratikleşme uğruna bir mücadele verilir. Dolayısıyla, demokratikleşme, halkları harekete geçiren, belli bir örgütlenme içine sokan, stratejik bir vizyon kazandıran, eylemlerine dair bir tercihte bulunmaya zorlayan ve mücadeleleri siyasallaştıran bir harekettir. Hiç kuşku yok ki bu tür faaliyet biçimleri, daha önceden belirlenemez.

Kapitalist düzenin yerine halkın gücünü getiren her türlü devrim formülünü bir kenara bırakmak gerekiyor. Devrimci ilerlemeler mümkündür ve bu ilerlemeler, halkın edindiği ve sosyal eşitsizliği vurgulayıp yeniden üreten ilkeleri korumaya devam eden güç merkezlerini geri plana itecek gerçek ve yeni güçlerin gelişimi temelinde şekillenmelidir. Marx, hiçbir zaman için "devrimin büyük günü ve nihai çö- zümler"e dair bir kuram geliştirmedi; onun yerine, devrimin, güçler arasında bir çatışmayla simgelenen uzun bir geçiş dönemi olduğunda ısrar etti.

Güç meselesini tartışmaktan vazgeçmek, kurunun yanında yaşı da yakmak anlamına gelir. Sadece aşırı saf olan kesimler, toplumun yerleşik güç düzenini aşamalı şekilde yıkmaksızın dönüşüm geçirebileceğine inanırlar. Birbirlerinden ayrı tutulamayan sosyal ve siyasi mücadelelere dair teorik ve siyasi tartışmalara dair birkaç büyük stratejik hedefi ortaya koyacağım: Öncelikle, çalışanların işyerlerindeki gücünü artırmak, sermaye karşısındaki gündelik mücadelelerini güçlendirmek gerekiyor. Zaten sendikalar da bunun için var. Bu anlamda, işçi sendikaları, bu mücadelenin gerçek araçlarıdır; çünkü hedef işçi grupları arasında geniş çoğunlukları bir araya getirirler. Sayısal olarak fazla olmalarından kaynaklanan güçleri, aslında bir anlamda zayıflıklarıdır; çünkü işçi sendikaları, aşırı mütevazi "uzlaşı" taleplerinde bulunmak zorunda olduklarına inanırlar.

Öte yandan, Almanya ve İngiltere'deki çalışan sınıflar (ki bu ülkelerde sendikaların güçlü olduğu bilinir), son otuz yıldır sermayenin dayattığı ve çarpıcı düzeydeki azalan ayarlamaları kabul ederken, daha "zayıf' oldukları düşünülen Fransa'daki sendikalar, bu tür ayarlamalara daha iyi direnmişlerdir. Sırf bu gerçeklik bile bize şunu anımsatıyor: tanımı gereği azınlık düzeyinde olan (çünkü bir sınıfın tümünün aktivistlerden oluşması imkansızdır) aktivist örgütlenmeleri, çoğunlukları mücadeleye yöneltmek konusunda "kitle" (dolayısıyla da, ekseriyetle akti- vist olmayanlardan oluşan) örgütlerinden çok daha mahir konumdadır.

Yeni güç şekilleri tesis etmek üzere olası bir diğer mücadele alanı ise, yerel hükümet düzeyindedir. Bu konuda ivedi genellemelere gitmek istemiyorum. Ne adem-i merkeziyetçiliğin her zaman demokrasi için bir kazanım olduğunu iddia ediyorum, ne de "güç yapısını değiştirmek" için merkezileştirmenin gerekli olduğu kanısındayım. Adem-i merkeziyetçilik, genellikle merkezi güç unsurlarından çok daha az tutucu olan "yerel eşrafla" işbirliği içinde gerçekleştirilebilir. Ancak, mücadele halindeki ilerlemeci güçlerin stratejik eylemlerinin ve yerel koşulların bir sonucu olarak, bazen yeni popüler güç yapılarının yaratımında var olan boşlukları doldurması için de adem-i merkeziyetçiliğe başvurulabilir.

Ancak, "adem-i merkeziyetçilik", halen şüphe götüren bir terim olmayı sürdürüyor. Demokratikleşme mücadelesinin karşısındaki sorun, adem-i merkeziyetçilik ile merkeziyetçilik arasında bir bağ kurmakla ilintili. Yerel ve merkezi düzeyde farklı güç merkezlerinin sorunu, heterojen birliktelikler şeklinde var olan ülkeler açısından kritik önem arz ediyor. Latin Amerika'da -aslında Hint-Afrika-Latin Amerika'da- spesifik güç odaklarının oluşturulması, Hint uluslarının yeniden doğumu için asli bir koşuldur.

Feminizm ve çevrecilik de, perspektifleri sosyal gelişim olan sosyal güçler ile kapitalist sistemin sürekli yeniden üretimine yönelik koşulların devam ettirilmesine kendilerini adamış olan muhafazakar veya reformcu güç odakları arasındaki mücadele alanları arasında yer alır. Bu mücadeleleri "özel" mücadeleler olarak adlandırmak mümkün değil; çünkü ortaya attıkları özel talepler, genel anlamda sosyal dönüşümden ayrı tutulamaz. Ancak bir yandan da, kendilerini çevreci veya feminist olarak gören tüm hareketlerin olaylara yaklaşımı da aynı şekilde değildir. Farklı alanlardaki mücadeleleri tutarlı bir şekilde birbirleriyle bağlantılandırmak için, birbirleri arasında kurumsallaşmış bağımlılık şekilleri yaratmak gerekir. Bunun için de yaratıcı hayal gücünü devreye sokmak şarttır. Sözü edilen kurumsallaşmış sistemleri başlatmak için (örneğin kadın-erkek arasında eşitlik getirmek veya tüm önemli kamusal veya özel yatırım kararlarını çevresel değerlendirmeye tabi tutmak için) yasal izin almayı beklemeye gerek yoktur.

Burada savunulan alanlarda kaydedilen gerçek ilerlemeler, bir güç ikililiği yaratacaktır -tıpkı Marks'ın uzun sosyalist geleneğin, medeniyetin bir üst aşaması olan komünizme dönüşümüne dair öngörüsünde olduğu gibi. Bu yönde kaydedilen ilerlemeler sonucunda, genel oy hakkı, demokrasi aldatmacasında sunulandan farklı bir yöne doğru kayacaktır. Ancak, bu durumda, gerçek anlamda seçimler, sadece zaferin ardından gerçekleşebilir.

Burada öne sürülen önermelerin, "sivil toplum" konusundaki herhangi bir başat söylemde yeri yok. Daha ziyade, bu önermeler, Amerika'nın "uzlaşı" temelli ideolojik geleneğinin doğrudan mirasçısı olan söyleme ters düşüyor. Halihazırda on binlerce STK ve onların temsilcileri tarafından tüm sosyal forumlarda yinelenen bir söylem söz konusu. Mevcut rejimi (yani, tekelci kapitalizm) tüm unsurlarıyla kabul eden bir ideolojiyle karşı karşıyayız ve bu rejim, kapitalist güç adına yararlı bir rol oynuyor. Bir yandan dünyayı değiştirmeye çalışıyor; bir yandan da hiçbir şeyi değiştirmeye gücü olmayan bir tür "muhalefet"i teşvik ediyor. Organize olmuş ve siyasileştirilmiş bir yeniden yapılandırmaya yönelik hareketler, kapitalist tekellerin istimlak edileceğini, millileştirileceğini, böylelikle de sosyalleştirileceğini anlayıp anlatabilecek mi? Bu kırılma noktasına erişene dek, kapitalist-emperyalist tekellerin nihai gücüne dokunulmayacak. Güney'in bu tekeller üzerinde yaratacağı herhangi bir yenilgi, sadece Kuzey ülkelerinin monotonluklarından kurtarılmaları için ellerindeki şansların artırılmasına yarayacak. Ancak, Güney ülkelerinde halen, geleceğe dair çelişkili yaklaşımlar söz konusu: evrenselci bir gelecek mi istiyorlar, yoksa rotalarını geçmişe döndürmekten mi yanalar? Bu çelişki, evrenselci bir gelecek lehine olur ise, Güney ülkelerinin özgürlük mücadelelerinden elde edecekleri her şey kırılgan, sınırlı ve hassas kalacaktır. Sadece Kuzey ve Güney ülkelerinin burada belirtilen yönlerde kaydedecekleri ciddi ilerlemeler, ilerlemeci bir tarihi bloğun doğmasını mümkün kılacak.

globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=27297

 

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.