Türkiye, modernizmin tahribatlarını onarıyor. Ancak modernizmin tahribatlarını onarmanın yolu daha çok modernleşmek değil, modernizmden uzaklaşıp İslamî olanı tercih etmektir
Dünyanın neredeyse her noktasında modernizmin yol açtığı tahribatları gidermeye yönelik hummalı bir çalışma var.
Modernizm, ırkçıdır ve tek tipçidir; onun ilk mensupları, kendi ırklarından başka hak verilmeye değer bir toplum tanımadıkları gibi kendi ırkları için de modernizmden başka bir ideoloji tanımıyorlardı.
Bu tek tipçi ideoloji pek çok dili adeta katletti. İki yüz yıl gibi insanlık tarihi için çok kısa sayılabilecek bir sürede her biri Allah’ın bir ayeti (varlık delili) konumunda olan nice dil yok oldu ya da yok olmayla yüz yüze geldi.
Irkçılık, zayıfların yok olacağı ve sadece güçlülerin yaşama hakkına sahip olduğu tezine dayanıyor. Modernizm de “güçlü kültür ve diller, hâkim toplumların kültür ve dili olarak yaşar, zayıf toplumların kültür ve dili ise yok olur” tezini empoze ediyordu. Bu yönüyle modernizm, tam anlamıyla kültürel ırkçılıktır.
Dünya, biyolojik ırkçılığın ne kadar yersiz olduğunu anladı. Bugün bilim adamları, Avrupalı bir beyazın gen yapısı, Afrikalı bir zencinin gen yapısından daha çok Avusturalyalı bir zencinin gen yapısına benziyor, diyor. Beyazlığın siyahlıktan apayrı bir ırk belirtisi olduğunu reddediyor. Japon bir kabilenin gen yapısı bakımından yanı başındaki başka bir Japon kabileden daha çok, dünyanın başka bir yerindeki çekik gözlü olmayan başka bir kabileye benzediğini görüyor ve bizden önce bilimsellik adı altında ırkçı tezler öne sürenler sizi aldatmış, diyor.
Sosyal-kültürel ırkçılık diyebileceğimiz modernizm, biyolojik temellerini kaybedince, maddi temellerinden yoksun kalınca iflas ediyor. Dünyanın dört bir yanında, modernist tezlerle zayıf düşürülmüş diller adeta yeniden onarılıyor; tamamen unutulanlar tespit edilip kayıt altına alınıyor; unutulma tehlikesi altında olanlar için yaşam imkânları oluşturuluyor; resmi kurumlarda yasaklananlar, yeniden resmi kurumlara alınıyor; eğitim kurumlarından yoksun bırakılanlar için eğitim kurumları oluşturuluyor.
Bu manzaraya bakıp İslam’ın siyasi olarak en zayıf olduğu bir çağda dünya çok kültürcülük açısından İslam gerçeğine teslim oluyor, demek bile mümkün.
Çünkü çok kültürcülük tezleri baştan sona İslamî gerçekliğe dayanıyor. Batı’nın bu yönde bir tecrübesi yok. Eski Yunan tek tipçi olduğu gibi modernizm öncesi Batı da Katoliklikte tek tipçiydi; modern Batı da modernizmde tek tipçidir. Dolayısıyla Batı, tek tipçilik sorununu aşmak isterken akademisyenler, önlerinde sadece İslamî arşivleri buldular ve tezlerini o arşivler üzerinden anlatmak zorunda kaldılar.
Türkiye’de de daha DSP-MHP-ANAP iktidarı döneminde çok kültürlülükle ilgili çalışmalar yapıldı, radyo üzerinden farklı dillerde yayın yapma kararları alındı. Bu, modernizmin Türkiye’de yol açtığı çatışmayı aşmak için bulunmuş bir yoldu. Ancak bu yol, laiklik gereği İslam’a değil Batı’ya dayandırıldı; Batı uygulamaları referans alındı. AK Parti döneminde ise bu yol genişletildi. Demokratikleşme paketi, bu yolu genişletme çalışmalarından biridir.
Bu yazıda, çok kültürlülük uygulamalarında Batı’nın nerede olduğu ve Türkiye’nin “Demokratikleşme Paketi” ile Batı uygulamalarından hangisine yaklaştığı irdelenecektir.
ASİMİLASYONDAN ÇOK KÜLTÜRLÜLÜĞE
İki farklı kültürün bir devlet içinde buluşması ile ilgili uygulamalar; asimilasyon, eritme potası veya çok kültürlülük-çok kültürcülük içinde yer alır.
Asimilasyon, farklı kültürlerin hâkim kültür içinde yok edilmesidir. Devlet, bir kültürü kendi ulusal kültürü olarak tayin eder ve onun dışındaki bütün kültürleri “öteki” diye etiketleyerek medya ve eğitim kurumları üzerinden imha eder. O kültürlerle ilgili yasakların alanını imkânlar el verdikçe (uygulama fırsatı bulundukça) geniş tutar. Farklı dillere eğitim kurumlarında yer vermemekle yetinmez, o dilleri resmi kurumlarda ve mümkünse çarşı-pazarda yasaklar, bu yönde ilanlar yapar, cezalar belirler; özellikle çocuk ve gençlerin o dilleri unutmaları yönünde yasaklayıcı programları titizlikle uygular. Sosyalist dönemde Bulgaristan, Türklere yönelik böyle bir program uygulamıştı.
Eritme potası, Amerikan sistemidir; “yumuşak asimilasyon” olarak da adlandırılabilir. Burada bir kültür hâkim kültür olarak belirlenir, devlet imkânları o kültür için kullanılır, diğer kültürlere ağır yasaklar getirilmez ancak onların devlet imkânlarından yararlanmasına da izin verilmez. Burada nihai amaç, diğer kültürlerin zayıf düşürülerek hâkim kültür içinde yumuşak bir geçişle eritilmesidir. Amerika, Anglo-Sakson kültürünü hâkim kültür olarak belirlemiştir ve diğerlerini onun içinde eritiyor. Dolayısıyla netice bakımından bu, asimilasyondan farksızdır; sadece programın uygulanış biçimi farklıdır.
Çok kültürlülük, sözlük anlamıyla “aynı ülkede pek çok kültürün birlikte varoluşu” anlamına gelir. Bu politikanın başı, örneğin Kanadalı bir başbakanın “Ben, bu ülkede Fransız gerçeğini (varlığını) kabul ediyorum” demesidir. Nitekim Süleyman Demirel daha 90’lı yıllara girilmeden buna benzer bir söz söylemişti. Çok kültürlülüğün ileri safhası ise farklılıklar gösteriyor ve “çok kültürcülük” adını alıyor.
BATI, GÜCE; İSLAM, HAKKA DAYANIR
Batı, bir güç sistemidir; sadece güçlü olana hak verir. İslam ise hak sistemidir; güçlü olana değil, hakkı olana hakkını verir. Batı’nın sisteminde iktidar zayıf, muhalifler güçlü olduğunda hak kazanır. İslami sistemde ise iktidar güçlendikçe daha çok hak tanır. İktidarın gücü sorumluluğunu arttırır ve onun hakları daha geniş tutmasını sağlar. İslam’da başkalarına yönelik hakların en geniş tutulduğu dönem İslam’ın siyasi olarak en güçlü olduğu dönemdir. Batı ise zayıflayınca başkalarına yönelik hakları gündeme getirdi.
İslam, davete rağmen kendi dinlerinde kalmayı tercih eden toplulukları özgül yapılarıyla bir millet (cemaat) olarak tanıdı. Müslüman olan toplumları da kendi dillerinde serbest bıraktı. Öz bir ifadeyle İslam, başka dinden olana din, Müslüman olana ise dil dayatmadı.
Resulullah (s.a.v) döneminde Medine’de Yahudilere yönelik uygulama biliniyor. Hz. Osman (r.a) zamanında da Ermeniler kendi coğrafyalarında kendi liderlerinin önderliğinde özgül bir toplum (millet-cemaat) olarak tanındı, onların kendilerini yönetmelerine, kendi hukuklarını uygulamalarına izin verildi.
Bu uygulama Osmanlı’da özellikle Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethinden sonra bu gün çok kültürlülük üzerinde çalışan herkesin dikkatini çekecek kadar ihya edildi. Osmanlı, ayrı ayrı kiliselere sahip olan Ermeni ve Rumları ayrı iki millet (cemaat) olarak tanıdı, daha sonra bu hakkı Yahudilere de verdi. Bir Rum, doğrudan kendi kilisesine bağlıydı; devlet vergiyi kilise üzerinden alır, Rumlar arası anlaşmazlıklar kilise hukukuyla çözülür ancak taraflar isterse dava İslam hâkimlerine de götürülebilirdi. Nitekim kilisenin hukukuna razı olmadıkları için davalarını İslam adaletine havale eden gayr-i müslimlere dair çok sayıda kayıt vardır. Bugün Batı’nın “cemaat” ya da “millet” sistemi dediği bu sistem, çok kültürlülüğün ileri bir safhası olarak kabul görüyor.
Dil konusunda da Farsça, İslam ordularına yenik düşen bir toplumun dili olduğu halde İslamî dönemde dünyanın en güçlü dillerinden biri oldu. Kürtçe, İslamî dönemde şekillendi ve edebi eserler verdi. Türkçe, Orta Asya’da konuşulurken “Kutadgu Bilig” adlı eserle ilk kez kitap sahibi oldu ve Osmanlı’da gerçek bir edebi bereket dönemi yaşadı.
Modernizm öncesi hiçbir İslam devletinde dile yönelik kesinlikle bir yasak yoktur. Bu konuda ciddi bir iddia da söz konusu değildir. Sol kesimin kimi sokak dedikoduları ise mizah konusu olacak kadar yersizdir.
LİBERAL BİREYCİLİK YA DA CEMAAT (TOPLUM) TEMSİLİ
Batı, önce kendi kolonilerinde ve milyonlarca işçinin göçünden sonra çok kültürlülük talepleriyle yüz yüze kaldı. Hem koloni toplumları hem işçiler, “Dinimizi ve dilimizi gelecek kuşaklara aktarmak istiyoruz” diyordu.
Batı; eskisi kadar güçlü değildi, kolonilerini terk ediyordu, ama iş gücüne muhtaçtı, çok kültürlülüğü kabul etmek durumundaydı. Önce çok kültürlülüğü kabul etti, yani kendi dışındaki kültürlerin varlığını öz coğrafyasında varsaydı. Ama mevcudu kabul, bir başlangıç olmazsa bir anlam taşımıyordu. Üstelik Kanada’daki Fransız azınlık, mevcudu kabulle de yetinmiyordu. Batı, çok kültürcülüğe geçmek zorundaydı. Diğer bir ifadeyle kabul ettiği kültürler için icraat yapmalıydı.
Batılı toplumbilimciler, İslamî uygulamaları inceledikten sonra çok kültürcülük konusunda ikiye bölündüler: Bireyci liberallik ve cemaatçi çok kültürlülük.
Fert mi muhatap alınacak, ferdin mensubu olduğu topluluk mu? Liberaller ferdin, cemaatçiler ise toplulukların muhatap alınmasını öneriyordu.
Liberaller, fertlerin mensubu olduğu topluluğun muhatap alınmasını “öz yönetim hakkı” anlamına geleceğini, bunun devletleri bölünmeye götüreceğini söylüyorlardı. Ayrıca ferdin yerel kültürün içinde tutulmasının, daha doğrusu ferdin temsilinin mensubu olduğu topluma bırakılmasının kişi hak ve hürriyetine aykırı olduğunu iddia ediyorlardı.
Cemaatçiler ise İslam’ın gayr-i müslim azınlıklara uyguladığı hukuku etnik azınlıklara uyguluyorlardı. Bu grubun öncülerinden Rawls, kendi önerisi için: “Kazanistan” diye hayali bir İslam devleti örneği oluşturmuş. “Kazanistan halkının çoğu Müslümandır. Temel yapı genel olarak dini esaslara dayanmaktadır ve din faktörü hükümetin politikalarında etkilidir. Bununla birlikte Kazanistan’da öteki dinler de hoşgörüyle karşılanmakta ve nispeten özgür bir biçimde yaşanmaktadır. Bu dinlerin mensupları orduda görev alabilmekte ancak üst düzey devlet görevlerine gelememektedir. Buna rağmen farklı dinlere mensup bu azınlıklar, genel olarak ayrımcılığa maruz kalmadıklarında hükümdara sadıktırlar. Kazanistan’da düzgün bir danışma hiyerarşisi vardır. Bütün toplumlar temsil edilmektedir. Bu bir ütopya değildir, düzgün bir sistemdir.”
Charles Taylor da “Tanınma Politikası” adını verdiği önerisinde oldukça nettir. Taylor, hem fertlerin insan olarak temel haklarının korunmasını hem de fertlerin özel kültürel gruplara mensup olmaktan doğan özgül ihtiyaçlarının karşılanmasını istiyor. Taylor’a göre buna göre Kanada’daki bir Fransız sadece bir Fransız ferdi değildir, aynı zamanda oradaki Fransız toplumunun bir üyesidir. Sadece Fransız fert tanınmamalı; bir talep varsa Fransız toplumu da bir şahsiyet olarak kabul edilmeli; ona, fertlerini yönetme ve temsil hakkı verilmelidir. Taylor’un etnik toplumlar için yaptığı öneri, İslam’ın dini azınlıklara yönelik uygulamasının neredeyse bir kopyasıdır.
TÜRKİYE, LİBERAL BİREYCİLİĞİ DENİYOR
Türkiye’de benimsenen yöntem cemaatçi çok kültürcülük değil, liberal (bireyci) çok kültürcülüktür. Bu programın muhatabı Başbakan Erdoğan’ın ifadesiyle “Benim Kürt kardeşimdir.” Temel hedef, Kürt bireye kendini kendi evinde hissettirmektir. Süleyman Demirel’in 90’lı yılların başında “Kürt kardeşim” söylemiyle başlayan bu program, Amerika’nın “Eritme potası” programından çok daha ileridedir. Eritme potası politikasında devlet, başka kültürler için yatırım yapmaz. Oysa Türkiye’nin programında TRT 6 ve seçmeli Kürtçe dersine milyonlarca lira yatırım yapılıyor. Dolayısıyla devlet, resmi kültürün dışında bir kültürü sebep ne olursa olsun maddi olarak destekliyor, onun yaşaması ve gelişmesi için küçük veya büyük bir yatırım yapıyor. Amerika’nın eritme potasında bu yoktur.
Burada başlangıcı “Özal mıdır, Demirel midir?” tartışması çok anlamlı olmasa da Özal’ın girişimleri ya dışarıdandı ya da sivildi. Demirel’in ise devlet adına idi. Devlet, belki de Özal’ın girişimini reddetti ve kendi programını Demirel’in dilinden duyurdu. Program, bilinenin aksine DSP-MHP-ANAP hükümeti döneminde devam etti; Ak Parti döneminde ise tabii bir zemine oturdu; Erbakan Hoca’nın söylemiyle kaynaşarak sivil bir hürriyet kazandı.
Öyle görünüyor ki AK Parti hükümeti; Osmanlı’nın Müslüman topluma yönelik politikasıyla da bir ölçüde uyuşan liberal (bireyci) çok kültürcülükte ısrar edecek, Osmanlı’nın İslam hukuku doğrultusunda gayr-i müslim azınlıklara uyguladığı cemaatçi çok kültürcülüğü ise hangi etnik yapıdan gelirse gelsin Müslüman topluma uygulamayı reddedecek, bu yöndeki taleplere ise gücü yettikçe karşı çıkacak.
İslamî uygulamalara Batı’dan dolanarak ulaşmak acı bir durumdur. İnşallah, İslami hakların kaynağının İslam olduğunun açıkça söylendiği ve bu yöndeki memnuniyetin Batı’nın değil, İslam’ın hesabına geçtiği ortam da oluşur.