İslam fıkhı, örfü ve müktesebatının çizdiği geniş bir yaşam alanımız vardır. Buna helal dairesi de denir. “Bu daire keyfe kafidir” demiş büyük düşünürlerimiz.
Ancak modern hayatın önce devlet eliyle dayatması, sonradan normalleştirerek çizdiği yaşam alanı, bizim bu geniş sahamızı bize dar etmeye başladı. Arkasından “biz” ve “onlar” kendi yaşam alanlarımızda ve yaşam biçimlerimizde kalarak “ötekileşip” “ötekileştirdik”. Ancak “onlar” hep çok öndeydiler. Zira eğitim, sağlık, spor, kültür ve siyasi alanların tamamında onların kuralları geçerliydi.
Çocuğumuz onların tezgahından geçiyor, deseni ve motifleri bizimkisi gibi olsun istiyorduk. Bu ikilem çoğu zaman defolu ürünler ortaya çıkarıyordu. Modernizmin, şeytanı kovma kapasitesi zayıflatılmış gençlerimizi cezp etme gerçeği de işin cabasıydı.
Bu çelişki ve dışlanmışlık dindarları uzun süre sistemden; kurum ve kuruluşlarından uzak tuttu. Eğitim, güvenlik, sağlık, spor, kültür ve siyasi alanların çoğundan dışlandı veya dindarlar uzak durdu. Yani “benzememek” ve helal dairesini ihlal etmemek için on yıllarca “dışarıda” ve “geride” durma pahasına bedel ödedi dindarlar. Sinema ve tiyatroda sadece hizmetçi kadının başı yarım yamalak örtülürdü. Şimdi her tarafı açık örtükler arzı endam ediyorlar.
“Helal” dairemizde kalacak plaj, otel, okul, hastane, tiyatro, sinema ve stadımız yoktu. Zaten bu halimizle yasalar ve zorbalar da bizi almıyordu. Tek şartları vardı hem kafamızın içini hem de dışını değiştirmeli ve benzemeliydik.
Bu durum, “eğlenme”, “öğrenme” ve “dinlenme” alanları oldukça daraltılmış dindarları hem fıtraten var olan ihtiyaçları karşılamak hem de gençliği kaptırmamak için alternatif üretmeye yöneltti.
Okul, sinema, tiyatro, stad, plaj ve partiden uzak tutulan dindarların büyük fikir ve değerler üretmesi oldukça zordu. İş daha ziyade “o taraftan” hasbelkader “bu tarafa” geçmiş birkaç adamın omzunda kalıyordu. “O tarafa” geçmiş çok sayıda bizden olanlara üzülmüyorken, “bu tarafa” geçmiş birkaç ünlü bizi mest ediyordu.
Özal ile birlikte alternatif üretme çabaları hız kazandı. Spor salonlarımız, karma olmayan plajlarımız, havuzlarımız, özel okullarımız yavaş yavaş oluşmaya başladı. AK Parti hükümetleriyle birlikte bu alan oldukça genişledi. Yasal bazı düzenlemeler/düzeltmeler bile yapıldı.
Ancak ne olduysa ondan sonra oldu. Sadece şeklen dindar olanlarımız modern hayata direnemedi. Her gün küçük bir değişiklikle “benzedik”. Kapıldığımız dere suyunun “modern havuza” kavuşması için ellerimizden kazma kürek düşürmedik. Suyun yönünü ha bire “o tarafa” kazarak her gün bir helali “suya yol veriyorum” diye ihlal ettik. Sonunda bu akıntı “modern havuza” kavuştu maalesef. Öyle ki ilk yüzenler “helal suda” yüzmenin mutluluğunu yaşıyorken; çoğu kez farkına varmadan kendilerini “modernizmin havuzunda” buluyorlar. Ancak “helal başladığımız yolun sonunun da helal olacağı…” prensibiyle tınmıyoruz bile. Isınmaya yüz tutmuş suda kavrulmaya başlayan kurbağaya döndük. Ölüyoruz ama “kaynar su artık bizi yakmıyor”. Zira “modern mubahçılarımız” bu suyun yolunu oraya kazmışlar. Modernistlerin de hiçbir itirazı yok zaten. Memnun ve hoşnutlar. Oysa “elimize imkan geçse ‘o tarafın’ hepsini ihya ederdik” iddiamız vardı.
Şeklen “benzeyince” boş olan zihnin de o şekle bürünmesi kaçınılmazdır. Biz zihinleri dolduramadık. On yılların heyecan ve hasretiyle alelacele “keyfe kafi helal dairesi”nin içini doldurmaya çalıştık. Para ve imkan da vardı. On yıllarca bu zillete direnen dedelerimizin ve babalarımızın sermayesini çarçur ettik. Bu sermayeyi ya Büyük Şeytan’a çalışan Sapkın Şarlatan’a teslim ettik ya da “benzeme merkezleri”nde çarçur ettik.
İçini dolduramadığımız ve gerekçesini iyice anlatamadığımız her yasak gençlerimiz için “cazibe alanı” oldu. Yani bütün imkanlara rağmen kurumsallaşamadık
Taviz koparıyor zan ederken hep biz taviz verdik aslında.
Başkasına yakıştırmadığımızı sıra kızımız ve oğlumuza gelince beğenir olduk. Şimdi sıra dizimizi dövmede!