Dinin devletin emir ve denetiminde olması kelimenin tam anlamıyla felakettir. İnsanlık tarihteki en büyük hata budur dersek mübalağa etmiş olmayız. Sürüyü kurda teslim etmek, aslanı kediye boğdurmak ne ise dini iktidarın denetimine vermek de odur. Hak ve hakikatin gücün emrinde olması, fıtrata da İslam'a da insanlığa da ters bir durumdur.
İslam tarihinde Peygamber (sav) den sonra gelen ‘hulefa-i raşidin', dönemi din devlet ilişkisi açısından en ideal dönemdir. Halifeler, İslam'ın en büyük değer saydığı adalet ilkesi esasına dayalı olarak devleti yönettiler. Bunu takip eden dönemlerde adalet ilkesi malesef kaybolduğu gibi İslamî değerler de istismar edilmeye, siyasi, ekonomik ve kabilesel milliyetçi çıkarlara alet edilmeye başlandı.
Emeviler döneminden günümüze kadar devam eden bu çarpık durumun değiştiği çok az istisnai dönemler oldu. İslam'ın yönetimdeki ‘şura' ilkesi bir tarafa bırakılarak babadan oğula geçen saltanat yönetimi egemen oldu. Müslümanlar, devlet yönetimi konusunda komşu devlet ve kültürlerin etkisi altında kaldılar.Yönetim işinde Bizans ve İran kültürünün etkisi açık bir şekilde kendini gösterdi. Rasulullah ve raşit halifelerinin uyguladığı esaslar tarihte kaldı. Din ve hukuk başta olmak üzere her şey hakim güç tarafından denetlenip kontrol edilir oldu. İktidarda olanlardan hesap sorma mekanizmaları devre dışı bırakıldı.Zulüm ve adaletsizlik ‘siyaset' ve ‘maslahat' adını aldı.
Aslında bugünkü laik yönetim şeklinin temelleri ve ilk uygulamaları emeviler dönemiyle beraber başladı diyebiliriz. Din, mezhep ve hatta bir dönemler hakikat mesleğinin kurumları olan tarikatler bile zaman zaman otoritelerin denetim ve kontrollerine girdi.
Ancak şunu da unutmamak gerekir ki iktidarın dini denetlemesine karşı duran güçlü bir muhalefet hep var oldu.Ve çoğu zaman bu muhalefet halk üzerinde daha büyük etkiye sahibi oldu.İlk dönem müçtehit imamlar, kendi ilmi ve fıkhi çalışmalarını bağımsız olarak yürüttüler.İktidar sahiplerinin iltifat ve yakınlaşma isteklerine hep mesafeli durdular.Onlar bu bağımsız tavırları dolayısıyla tarihte ‘mihne' diye anılan haksız zulümlere de maruz kaldılar.Onca baskı ve zulümlere rağmen ilmi faaliyetlerini iktidarın ermine sunmaktan kaçındılar ve günümüze kadar devam eden asil bir mirasın sahibi olarak hayır ile yad edilir oldular. Şayet ilk dönem imamlarının bu kararlı ve sağlam duruşu olmasaydı, hırıstiyanlık ve yahudiliğin başına gelen büyük tahrifatlar ve sapmalar İslam'ın da başına gelecek ve bu din tanınamaz bir şekle dönüşecekti.
Son olarak Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu ile beraber devletin din üzerinde kurduğu denetim ve kontrole biraz değinelim.Türkiye'de ilk dönemlerde yönetiminin amacı, dini yaşatmak değil, bilakis onu hayattan koparmak olmuştur. Hatta cumhuriyetin ilk yıllarında bundan daha beteri de düşünülmüş ama işin icrasına muvaffak olunamamıştır. Evet cumhuriyetin kurulmasıyla beraber yönetime el koyan batı hayranı ekip devasa bir kültürü ateşe vermekle kalmadı, İslam'ın yerine başka bir din arayışını bile düşündü.Yani İslam yasaklanacak onun yerine hıristiyanlık resmi din olarak kabul edilecekti. Kazım Karabekir'in anılarında anlatılan bu olay hem ilginç hem de düşündürücüdür. Emperyalizme karşı direnen müslüman bir halkın meclisi İslam'dan ayrılıp hırıstiyanlığı seçme tartışmasına sahne olmuştur. Konu üzerinde mecliste hararetli tartışmalar yaşanmış ve sonunda M Kemal ‘Oturumu kapatıyorum' demek zorunda kalmıştır. Ahmet Kabaklı'da ‘Temellerin Duruşması' adlı eserinde Malatya milletvekili Abdullah Cevdet'in hırıstiyanlığın kabul edilmesi talebini mecliste açıkça dillendirdiği, M Kemal'in de ‘şimdilik bu kadar yeter' mealinde sözler ile bunun mümkün olamayacağını ifade ettiğini nakleder.
Dönemin batı hayranı bu kadroları ‘madem batılı oluyoruz dinimiz de onlarınkisi gibi olmalı' tezini pervasızca savunmuşlardır. Bunlara göre millet ve ülkeyi geri bırakan temel sebep İslam'dı ve ilerlemek için onu terketmek gerekliydi.
Batı toplumu ile İslam toplumunun tarihi ve sosyolojik yapılarını ve bunlar arasındaki farkı göremeyecek kadar cahil bu kafa için merhum Cemil Meriç şunları söyler: ‘İzmihlalin mesuliyetini imana yükleyen bu zavallılar bir asır önceki Fransız intelijansiyasının kiliseye karşı savaşını tekrarlayan şuursuz birer aktördürler. Ülkesiyle göbek bağını koparan bir intelijansiyanın acıklı durumu.(…)Havariliğine soyundukları söylemler ise bize Jüpiter kadar uzak.'