20 Ocak 1921 tarihinde kabul edilen ilk anayasanın (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) 2'nci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti'nin dininin İslam olduğu belirtiliyordu. Söz konusu madde, 1924 Anayasası'nda da aynen korundu.
9 Nisan 1928'de TBMM'ye sunulan kanun teklifi ile 1921 ve 1924 Anayasası'nın 2. maddesinde yer alan "Türkiye Devleti'nin dini İslam'dır" ifadesi kaldırıldı. Karar, 10 Nisan 1928 tarihinde Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Böylelikle, laiklik ilkesi her ne kadar anayasaya 1937 yılında girmiş olsa da 1928'den itibaren her alanda fiilen uygulanmaya başlandı.
Türkiye'deki sorunların temel kaynağı: Darbe anayasaları
Saltanatı kaldırmak, Hilafeti kaldırmak için ön adımdı
23 Nisan 1920'de açılan TBMM'nin 20 Ocak 1921 tarihinde kabul ettiği ilk anayasada (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) "hâkimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olduğu" vurgulandı. Böylece, saltanat ve hilafetin kaldırılmasının önü açıldı.
1 Kasım 1922'de önce saltanat kaldırıldı. TBMM, son Osmanlı Padişahı Sultan Vahdettin'in yerine 18 Kasım'da Halife olarak Abdülmecit Efendi'yi seçti. Burada amaç saltanatı kaldırmak değildi. Hilafeti kaldırmak isteyenler bu yolun taşlarını döşemeye başlamıştı.
15 Nisan 1923'te Hıyanet-i Vataniye Kanunu'nda yapılan bir değişiklikle de saltanatın lağvedilmesine sözle ve basın yoluyla muhalefet etmek "vatan hainliği" kapsamına alındı. Cezası da idam olarak belirlendi.
“Lozan, Misak-ı Milli penceresinden bir zafer değildir”
Lozan'ı halka zafer diye gösterdiler
16 Nisan 1923'te 1'inci TBMM feshedildi. Temmuz ayında yapılan seçimlerin ardından kurulan yeni Meclis öncelikle 23 Ağustos 1923'te Lozan Anlaşması'nı onayladı. Halka 1920'deki Sevr Anlaşması'nı gösterenler, 1923 Lozan Anlaşması'na razı ettiler. Lozan'ı halka zafer diye gösterdiler. Şu anda Ege Denizi'nde bağırsan sesin duyulacağı adalar, Lozan'da düşmana verildi. Yunanistan'a verilen adalarda camiler, mabetler vardı. Lozan'da masaya oturanlar, anlaşmanın hakkını verememiş olsa da yeni Meclis Lozan Anlaşması'nı onayladı.
Daha sonra devletin başkentinin İstanbul yerine Ankara olmasına karar verildi. Böylelikle beş yüzyıla yakın bir süre Osmanlı İmparatorluğu'nun başkentliğini yapmış İstanbul, unutturulmaya çalışıldı.
29 Ekim 1923'te ise "Türkiye devletinin hükümet şeklinin Cumhuriyet olduğu" 286 üyeli TBMM'de sadece 158 oyla kabul edildi.
HÜDA PAR'dan Hilafet ile ilgili açıklama
'Müslümanlar artık uyandı'
İslam coğrafyası başsız bırakıldı
Mustafa Kemal, önünde engel olarak gördüğü Hilafet makamını ise 1 Mart'ta Meclise sunulan önergeler doğrultusunda 3 Mart 1924 tarihinde kaldırdı. Osmanlı hanedanının sürgün edilmesine karar verildi. Müslümanları bir arada tuttuğu gözden kaçırılmaması gereken Hilafet makamını lağveden güç odakları, bununla kocaman bir İslam coğrafyasını başsız bırakarak parçalamayı hedefledi.
Hilafetin kaldırılmasıyla başsız kalan İslam ülkeleri, bundan sonraki süreçte birer birer batılı emperyalist ülkelerin sömürgesi haline gelmekten kurtulamadı. Müslümanların en değerli ve kutsal değerlerini ellerinden alarak onları âdeta imamesi kopan tespihe dönüştüren İslam düşmanları, çağdaşlık, laiklik, batılılaşma gibi kavramların arkasına saklanarak Müslüman halkın evlatlarını zehirledi, onları tarihine, inancına ve değerlerine düşman bir nesil haline getirmeye çalıştı.
Şer'iye ve Evkaf Vekâleti kaldırıldı
Halifeliğin ardından Şeyhülislamlık makamı ile Şer'iye ve Evkaf Vekâleti de kaldırıldı. Yerine Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu. Ülkedeki bütün cami, mescit, tekke ve zaviyelerin yönetimiyle; imam, hatip, vaiz, şeyh, müezzin ve kayyım gibi görevlilerin işlemleri Diyanet İşleri reisinin yetkisine bırakıldı.
"Tevhid-i Tedrisat Kanunu bir projeydi"
HÜDA PAR: Tevhid-i Tedrisat toplumu öz değerlerinden koparmanın adı olmuştur
Devlet resmi ideolojinin dışında farklı insan tipi yetişmesine izin vermedi
Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile tüm medreseler kapatıldı. Eğitim kurumları Maarif Vekâletine (Milli Eğitim Bakanlığına) bağlandı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile birlikte devlet, kendi toplumunun zihinlerini işgal edip ele geçirme sürecini de başlatmış oldu.
Hilafetin kaldırılması ile Şer'iye ve Evkaf Vekâleti Kanunu'nun ilgası adımları da bu sürecin tamamlayıcısı olan adımlar oldu. Devlet resmi ideolojinin dışında farklı bir insan tipinin yetişmesine asla izin vermedi. Herkes batıcı, Kemalist, laik ve milliyetçi düşünceye sahip olmak zorunda kaldı.
8 Nisan 1924'te, İslam'a göre hüküm veren Şer'iye Mahkemeleri'nin görevine son verildi. Din, sadece camilerde yaşanılabilen bir yaşam tarzı haline getirilmeye çalışıldı.
Şapka inkılabıyla asılan âlim: İskilipli Atıf Hoca
'Hâlâ yürürlükte olan şapka kanunu değiştirilmeli'
Şapka Kanunu binlerce idama neden oldu
1925 yılında Şapka Kanunu çıkarıldı. 1 Kasım 1925'te kabul edilen Şapka kanunu Anadolu'da yer yer protestolara sebep oldu. İslami olan kıyafetlerini değiştirdikleri takdirde küfre gireceğini düşünen halk, bu kanuna karşı yoğun bir tepki gösterdi. Buna karşın hükümet; Konya, Maraş, Giresun, Rize, Erzurum, Kayseri gibi şehirlerde gerek İstiklal Mahkemeleri, gerek Sıkıyönetim Mahkemeleri marifetiyle binlerce Müslümanı idam etti.
Yerel yönetimler peçe ve çarşafı yasaklayıcı kararlar aldı
Diğer taraftan Müslüman kadınların kıyafeti de birilerini rahatsız ediyordu. 30 Ağustos 1925 günü Mustafa Kemal Kastamonu'daki konuşmasında "Bazı yerlerde kadınlar, görüyorum ki başına bir bez veya bir peştamal veya buna mümasil bir şeyler atarak yüzünü, gözünü örter ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın mana ve medlûlü nedir? Efendiler, medenî bir millet anası, millet kızı bu garip şekle, bu vahşî vaziyete girer mi? Bu hâl milleti gülünç gösteren bir manzaradır. Derhâl tashîhi (düzeltilmesi) lâzımdır." dedi.
Şapka Kanunu'nun çıkmasından sonra Batı destekli kimi basın organları Müslüman kadınların kıyafetinin de değiştirilmesi konusunda Hükûmeti teşvik edici yayın yaptı. Ancak Hükûmet bu yönde bir karar almadı. Ne var ki birçok yerel yönetim, 1925-1934 tarihlerinde kadınların çarşaf ve peçeyi bırakması için yasak ve cezalar getirdi. Örneğin Tirebolu Belediyesi, 7 Ekim 1926'da aldığı kararla ilçede peçe takılmasını yasakladı ve peçesini kırk sekiz saat içinde çıkarmayan kadınların cezalandırılacağını ilan etti. Trabzon Vilayet Meclisi Aralık 1926'da aldığı bir kararla peçeyi yasakladı, peçe takmaya devam edenlerin karakola sevk edileceğini açıkladı. 1934 yılı sonunda Bodrum Kent Konseyi, kadınların çarşaf ve peçe takmasının yasaklanmasına, yasağa uymayanların belediyece cezalandırılmasına karar verdi.
"Tekke ve Zaviyeler Kanunu kaldırılmalı"
“Tekkeler yeniden ihya edilmeli”
“Rejimin İslam dışı uygulamaları elinde kaldı”
Halkın inancını hedef alan laik rejim tekke ve zaviyeleri kapattı
Laiklik yolunda yapılan devrimlerden biri de "Tekke ve Zaviyeler ile Türbelerin Seddine ve Türbedarlar ile Bazı Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun"du. Söz konusu Kanun 30 Kasım 1925 tarihinde kabul edilip 13 Aralık 1925 tarihli Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Tekkeler, öne sürüldüğü gibi sosyal ve siyasal sorunlara ilgisiz kalıp, sadece ahlaki eğitim ile meşgul olan kurumlar değildi. Tekkeler bulundukları yerlerde İslami eğitim ve irşat faaliyetlerinin yanı sıra sosyal sorunların çözümünde de rol oynamış, eğitimden sanata, sağlık alanından ticarete birçok alanda önemli bir işlev görmüş, toplumsal huzur ve barışın teminatı olmuşlardı. Özellikle Anadolu'nun İslamlaşmasında tekke ve zaviyelerin büyük bir katkısı olmuş, ayrıca fethedilen yerlerde uzun süreli kalıcılığı sağlayarak adeta bir harç görevi görmüştü. Osmanlı'nın kuruluş döneminde, sahip olduğu gaza ve cihat anlayışını besleyen en önemli damar tekke ve zaviyeler olmuştu.
Söz konusu İslami kurumlar, Anadolu halkının İslamlaşmasında etkili olduğu gibi sonrasında da devamlılığı sağlamıştı. Bununla birlikte tarihte bilinenin aksine tekkeler, sarayların emrinde değil, çoğu zaman karşısında olmuştu. Saray mollaları daha çok medrese kökenli olurken; tekkeler ise haktan saptığı zaman sarayların, saray erbabı ve saray mollalarının karşısında durmuştu. Tekkeler ve şeyhler kıyam ruhunu sürekli diri tutmuş, sosyal ve siyasal alandaki sorunlarla yakından ilgilenmiş; zaman zaman da başkaldırarak kıyam meşalesini tutuşturmuşlardı. Bu nedenle halkın inancını hedef alan laik rejim, öncelikle inancı besleyen, canlı tutan ve devamlılığı sağlayan bu kurumları ortadan kaldırdı.
Batı tarzı saat ve Gregoryen (Miladi) takvim
Osmanlı İmparatorluğu döneminde, önceleri Peygamber Efendimizin Hicretini esas alan ve Kamerî aylara dayanan Hicrî takvim kullanılırken, daha sonra 1 Mart'ı yılbaşı kabul eden Malî (Rûmî) takvim kullanılmıştı.
26 Aralık 1925'te kabul edilen iki ayrı yasayla 1 Ocak 1926'dan başlayarak Batı tarzı saat ve Gregoryen (Miladi) takvim yürürlüğe girdi.
Av. Bozdaş: "Medeni Kanun rehabilite edilmelidir"
İsviçre Medeni Kanunu Türkiye'de 95 yıldır uygulanıyor
Kaynağını dinden alan kanunlar Batılı kanunlarla değiştirildi
Cumhuriyetin ilanı ile birlikte sistem, özellikle laikliğin de bir gerekliliği olarak, kaynağını dinden, dini yaşamdan ve hatta dini yaşamla özdeşleşmiş kültürel yaşamdan alan tüm kanunları mülga etti ve yeni bir hukuk sistemi arayışı içine girdi. 1926 yılında, İsviçre Medeni Kanunu'nun sadece 41 maddesini benimsemeyip geriye kalan 937 maddesini de olduğu gibi tercüme eden dönemin siyasi iradesi; çağdaşlaşmanın Avrupa'ya benzeyerek gerçekleşeceği inancını taşıyordu.
17 Şubat 1926'da İsviçre Medeni Kanunu örnek alınarak hazırlanan Medeni Kanun kabul edilerek, Mecelle yürürlükten kaldırıldı. Daha sonra her meselede Avrupa'nın hukuk sistemi alınmaya devam edildi. 1926'da kabul edilen Borçlar Kanunu İsviçre'den, 1 Mart 1926'da kabul edilen Ceza Kanunu İtalya'dan alınarak yürürlüğü girdi. Bu kanunları İsviçre'den alınan 1927'de yürürlüğe giren Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu takip etti. 4 Nisan 1929 tarihli Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu (CMUK) da Almanya'dan alındı.
Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye nedir?
Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye veya kısaca Mecelle olan İslami özel hukuk, 1868-1876 yılları arasında Ahmet Cevdet Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından derlendi. Osmanlı İmparatorluğu'nun son yarım yüzyılında şer'i mahkemelerde hukuki dayanak olarak kullanıldı.
Mecelle'nin ilk 99 hükmünden bazı örnekler şu şekildeydi:
-Beraat-ı zimmet asıldır. Borçlu olmamak asıldır. Borç ileri süren, ispatla mükelleftir.
-Def'-i mefasid celb-i menafiden evladır. Zararı yok etmek, fayda sağlamaktan iyidir.
-Ezmanın tağayyürü ile ahkâm tağayyür eder. Zaman değişince hükümler de değişir.
-Ukudda itibar makasıt ve maaniyedir, elfaz ve mebaniye değildir. Sözleşmenin amaç ve anlamı göz önüne alınır, söz ve yazılışı değil.
-Şekk ile yakin zail olmaz. Kuşku, kesin bilgiyi gidermez.
-Kadim kıdemi üzere terk olunur. Eskiden var olanın (yeni bir etken ortaya çıkmamışsa) aynen devam ettiği varsayılır.
-İçtihat ile içtihat nakzolunmaz. İçtihat içtihatla bozulmaz.
-Zarar-ı ammı def için zarar-ı hass ihtiyar olunur. Özel zarar, genel zarara tercih edilir.
-Alması memnu olan şeyin vermesi dahi memnu olur. Alması hukuka aykırı olanın vermesi de hukuka aykırıdır.
-Beynel tüccar maruf olan şey beynlerinde meşrut gibidir. Ticari örf ve adetler ticari sözleşmelerin şartı gibidir.
-Kelamın i'mali ihmalinden evladır. Söze bir anlam vermek, yok saymaktan iyidir.
-Beyyine hüccet-i müteaddiye ve ikrar hüccet-i kasıradır. Kanıt herkesi, ikrar ise sadece ikrar edeni bağlar.
-Tevehhüme i'tibâr yoktur. Delile dayanmayan vehim ve kuruntulara hukukta i'tibâr edilmez, kıymet verilmez. Hukuk vehimlerle değil delillerle ilgilenir.
-Ehven-i şerreyn ihtiyâr olunur. İki kötü şeyle karşı karşıya kalındığında daha hafif, daha az kötü olanı seçilir. Mesela tedavi imkânı olmayan kangren olmuş bir parmağın kesilmesiyle el kurtulacaksa, parmağın kesilmesi tercih olunur.
99 genel hukuk ilkesini içeren giriş bölümünden sonra Mecelle şu konulara değiniyordu: Büyu, İcar (kira), Kefalet, Havale, Rehin, Emanet, Hibe, Gasp ve İtlaf, Hacir, İkrah ve Şuf'a, Enva-ı Şirket (ortaklık çeşitleri), Vekâlet, Sulh ve İbra, İkrar (borcu kabul etme), Dava, Beyyinat ve Tahlif (kanıt ve delil), Kaza (yargı).
"Devletin dini İslam'dır" hükmü Anayasadan çıkarıldı
1928 yılına gelindiğinde özellikle hukuk alanındaki gelişmeler, Devletin rejimine lâik bir renk verme zamanının geldiğini göstermekteydi. 10 Nisan 1928 tarihinde yapılan değişiklikle 1924 Anayasası'nın 2. maddesinde yer alan "Türkiye Devleti'nin dini İslam'dır" hükmü Anayasadan çıkarıldı.
Bu Anayasa değişikliği, lâikliğin artık su götürmez biçimde rejime yansıdığını göstermekteydi. Devletin dininin İslâm olduğu hakkındaki hükmün kaldırılması, lâiklik ilkesinin benimsenmiş olduğunu kanıtladı.
Yine aynı değişiklik sırasında, 16 ve 38'inci maddelerde yer alan ve ant içme sırasında söylenen "vallahi" sözcüğü kaldırıldı.
Meclisin görevleri arasında yer alan "ahkâm-ı şer'iye'nin tenfizi" (dini hükümlerin yerine getirilmesi) hükmü de anayasadan çıkarıldı.
"Harf inkılabı 100 yıllık bir hafıza kaybıdır"
Harf İnkılabıyla halk bir gecede cahilleştirildi
Bin yıllık kültür bir gecede silindi, halk bir günde cahil bırakıldı
Harf İnkılabı, Türkiye'de 1 Kasım 1928 tarihinde 1353 sayılı "Yeni Türk harflerinin kabul ve tatbiki hakkında Kanun"un kabul edilmesi ve yeni alfabenin yerleştirilmesi sürecine genel olarak verilen isimdir. Kanun, 3 Kasım 1928 günü Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Bu yasanın kabulüyle o güne kadar kullanılan Arap harfleri esaslı Osmanlı alfabesinin resmiyeti son buldu ve Latin harflerini esas alan Türk alfabesi yürürlüğe kondu.
Mustafa Kemal, 1922 yılında Halide Edib Adıvar'la Latin harflerine geçiş konusunu konuşmuş ve böylesi bir değişikliğin sert önlemler gerektireceğini söylemişti.
Eylül 1922'de Hüseyin Cahit'in İstanbul basın yayın üyelerinin katıldığı bir toplantıda Mustafa Kemal'e sorduğu "Neden Latin harflerini kabul etmiyoruz?" sorusuna, Mustafa Kemal, "Henüz zamanı değil." yanıtını vermişti.
1923'teki İzmir İktisat Kongresi'nde de aynı yolda bir öneri sunulmuş, ancak öneri kongre başkanı Kâzım Karabekir tarafından "İslam'ın bütünlüğüne zarar vereceği" gerekçesiyle reddedilmişti.
Sonuç olarak Harf İnkılabı, yapılan ön alıştırma taktiği sonucu 1 Kasım 1928'de kabul edildi. Harf İnkılabı, kabul edilişinden günümüze kadar haklı olarak tartışmalara neden olmuş, eleştirilerin odağında yer almıştır.
Harf İnkılabının her ne kadar "medeniyette ilerleme" amacıyla yapıldığı söylense de insanların bir gecede cahil bırakılmasının medeniyetle hiçbir ilgisinin olmadığı, asıl maksadın farklı olduğunu ortaya koymuştur. O dönem "medeniyetin beşiği" olarak lanse edilen Avrupa ve Batı'nın, İslam'a ve İslam'ı hatırlatan her şeye düşmanlığı göz önüne alındığında Harf İnkılabındaki asıl amacın İslami kültürü yok etmek olduğu görülecektir. Nitekim Harf İnkılabıyla birlikte bin yıllık kültür bir gecede silindi, halk bir günde cahil bırakıldı.
İsmet İnönü: Harf İnkılabı'nda asıl gaye, bir zihniyeti boğup yok etmekti
Cuma günü resmi tatil olmaktan çıkartıldı
2 Ocak 1924 tarihinde çıkartılan 394 Sayılı Kanun'la Müslümanların bayramı olan cuma günü hafta tatili, Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) doğum yıl dönümü de bayram olarak kabul edilmişti.
Fakat daha sonra bunlar kaldırıldı. 27 Mayıs 1935'te "Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun" ile cuma günü resmi tatil olmaktan çıkartıldı. Hıristiyanların haftalık ibadet günü olan pazar günü (kiliseye gittikleri gün) resmi tatil kabul edildi. Peygamber Efendimizin doğum yıl dönümü de tatil olmaktan çıkartıldı.
CHP'nin Altı Ok'u Anayasa'da
Altı Ok, Cumhuriyet Halk Partisi'nin temel ilkelerini temsil eden simgedir. Türkiye'nin kurucu ideolojisi olan Atatürkçülük'ün altı temel ilkesinin her biri, simgede bir ok olarak yer almaktadır. 1933'te kullanılmaya başlayan simge, Türk eğitimci İsmail Hakkı Tonguç tarafından tasarlandı.
1927'de cumhuriyetçilik, halkçılık, laiklik ve milliyetçilik olarak tanımlanan dört ilkeye, 10-18 Mayıs 1931 tarihlerindeki üçüncü parti kurultayında devletçilik ve inkılapçılık ilkeleri eklenerek "altı ok" kavramı benimsendi.
Şubat 1937'de yapılan bir anayasa değişikliğiyle CHP'nin Altı Ok'u Türkiye Cumhuriyeti'nin temel ilkeleri haline getirildi. 1928'de yapılan değişiklikte yer alan "Türkiye devletinin resmi dili Türkçe'dir, makarrı (başkenti) Ankara'dır." ibaresinin başına 5 Şubat 1937 tarihinde 3115 sayılı kanunla "Türkiye Devleti, Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılâpçıdır" cümlesi eklendi.
Mustafa Kemal, yapılan bütün bu devrimler ile devlet idaresinde İslam'dan uzaklaşarak laikleşmeyi şu sözleriyle açıklamıştır: "Dünyaca malûm olmuştur ki, bizim devlet idaresindeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz."
Hukukçu Karadağ: Yeni anayasa bir ideolojiyi dayatmamalı
Yeni anayasa inananların hayati sorunlarına köklü çözüm üretmeli
Halk yeni sivil bir anayasa bekliyor
Yeni anayasa tartışmasız bir ihtiyaçtır
Bugün gelinen noktada yeni anayasa, tartışmasız bir ihtiyaçtır. Ülkenin birçok köklü sorununun temelinde halktan kopuk Anayasalar vardır. Şimdiye kadarki bütün anayasalar, olağanüstü şartlarda ve askeri vesayet dönemlerinde hazırlandıkları için halkı öncelemekten ziyade statükoyu koruma amacına matuf oldular. Bu geleneğin bozulmasına da şimdiye kadar müsaade edilmedi.
Vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini merkeze alan bir anayasa, ülkenin en büyük ihtiyacıdır. Yeni bir anayasa yapılacaksa; toplumun tüm kesimleri bu anayasanın hazırlık sürecine dâhil edilmeli, çoğulcu bir çalışma yürütülmelidir. Ortaya çıkacak metni bu ülkede yaşayan herkes sahiplenebilmelidir. Etnisite, dil, mezhep veya din ayırt etmeden vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini koruyan, inanç ve düşünce hürriyetinin korunmasına yönelik bütün önlemleri alan, ötekileştirmeyen ve bir medeniyet tahayyülü oluşturan anayasa, herkesin özlemini duyduğu anayasadır.
Türkiye'de ilk anayasa 1876'da Osmanlı döneminde yürürlüğe girdi. Bu anayasaya Teşkilat-ı Esasiye Kanunu denmişti.
Kurtuluş Savaşı sırasında Ocak 1921'de egemenliğin milletin olduğunu belirten yeni bir anayasa kabul edildi. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, Nisan 1924'te daha kapsamlı bir anayasa yürürlüğe kondu. Bunu 1961 ve 1982 anayasaları izledi.
1980 darbesinden 2 yıl sonra yürürlüğe konan 1982 anayasası aradan geçen sürede sürekli tartışma konusu oldu. Darbe izleri taşıyan o anayasa Türkiye siyasi tarihinde sorunlu bir süreci de beraberinde getirdi. 1982 anayasası nedeniyle 28 Şubat postmodern darbesi ve 27 Nisan e-Muhtırası gibi olaylar yaşandı. 1982 anayasasında birçok kez düzenleme ve değişiklik yapılsa da söz konusu anayasa hâlâ 12 Eylül darbesinin ruhunu taşıyor.
1982 Anayasası'nın ilk dört maddesi
Yeni anayasa gündeme geldiğinden beri en çok merak edilen şey "Anayasa'nın ilk dört maddesi değiştirilebilir mi?" sorusunun cevabı oldu. 1982 Anayasa'nın ilk dört maddesi tam anlamıyla dokunulmaz özelliğe sahip. 1982 Anayasası'nın ilk dört maddesi şu şekilde:
MADDE 1. Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
MADDE 2. Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.
MADDE 3. Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı "İstiklal Marşı"dır. Başkenti Ankara'dır.
MADDE 4. Anayasanın 1'inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2'nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3'üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.