Devlet, bir üst yapılanma olmakla bireylerden daha çok hedef ve amaçlara muhtaçtır. Hedef ve amaçlar, hiç kuşkusuz referans talep eder.
Referans açısından ise devletler, tarihsel süreç içinde ya kendilerini dine dayandırmışlar ya da modern dünyanın ideolojilerine… Bunun üçüncü bir seçeneği yoktur ya da dinle ideolojilerin sentezidir.
Mutlak bağlamda ideolojiler dahi dinden bağımsız değildir, dine karşı isyan ile oluşmuşlarsa bile insana saygı duyma, bütün insanları kardeş bilme gibi hususlarla dinden/vahiyden beslenmişledir.
Bu açıdan ideolojilerle din arasındaki ilişkiyi dinden bağımsızlık değil, dinden istifade edip ona karşı isyan şeklinde anlamak gerekir.
İdeolojilerin dine karşı isyanı, çıkış noktalarında fenaca vurgulanmıştır. Bugün vurgulanmıyor olması aradan geçen zamanla, meselenin kısmen unutulmuş olmasından veya çıkış noktalarında olduğu kadar ihtiyaç duyulmamasından kaynaklanmaktadır.
Çıkış noktalarında, bir ideolojiye sahip olmak, dine karşı bir konum almakla eşdeğer sayılırdı. Zamanla dinle ideolojiler arasında sentez anlayışlar ya da işbölümü anlayışları doğdu.
Lâkin gerek sentezlerde gerek bireyin dünyasını ideolojiye, maneviyatını dine teslim ettiği işbölümü anlayışlarında hâkim olan mutlaka ideolojidir. “Sekülerist dindarlık/laik dindarlık” diyebileceğimiz o tür anlayışlarda din, genel anlamda sınırlandırılmıştır.
İslam dünyasında, İslam’ın yapısıyla doğrudan ilişkili olarak, ideolojik bir sekülerist/laik dindarlık genel olarak kabul görmemiştir. O tür yollara sapanlar da ideolojik bir savunma yapmak yerine hâlleri için daha çok mazeret ifade etmeyi seçmişlerdir. Ancak devletin dinden bağımsızlaşmasının onu adalete yaklaştırabileceği gibi ilginç bir anlayış da kimi mecralarda ifade edilebilmektedir.
Bazı düşünceler vardır, dile getirenlerin ona sahiplenme şiddeti çoğu zaman onların derinlikli olduğu gibi bir yanlışa götürür insanı.
Özü Batı kaynaklı ancak bizde başka kaynakları da bulunan adaletle ilgili bu düşünce de o türlerdendir; dillendiricileri açısından yüzeyseldir, iyi düşünülmemiştir, kaynağı açısından ise algısal bir etkinlik olarak var edilmiştir.
Zira adalet anlayışı mutlak bir şekilde referansa bağımlıdır. Adalet dediğiniz yerde sizin “Hangi adalet ve nasıl adalet?” deme zorunluluğunuz vardır. Referans kaynaklarından bağımsız bir adalet ütopiktir.
Adaletin referansı din veya ideolojilerdir. En öz kaynağı ile ise dinsiz adalet yoktur. Zira insanlığın bütün olarak bugün konuştuğu adalet, ilk günden dinle gündeme gelmiştir, ideolojiler de adalet kavramını ilk dönemde dini ölçüler üzerinden tartışmışlardır. Anlaşılır bir örnekle beş yüz yıl önceki bir İskandinav ülkesinde yönetimin adil olup olmadığı dinî ölçülere bakılarak değerlendirilmiştir. Bundan başka bir seçenekleri de yoktu zaten.
Buradan “Devletin dini adalettir!” sözü nasıl anlaşılmalı, diyeceğiz. Bu söz eğer İslam’ın ilk dönemlerinde söylenmişse dinin hayatın ölçüsü olduğu bir döneme aittir.
O günün dünyasında dinden bağımsız bir adalet; bırakın sıradan bir Müslümanın, dünyanın herhangi bir yerindeki sıradan bir insanın bile aklının köşesinden geçmemiştir.
Dolayısıyla bu söz adaleti dinden bağımsızlaştırma gibi “modern/sekülerist/laik” bir yaklaşıma asla meşruiyet vermez. Aksine bu söz, İslam’la adalet arasındaki mutlak bağı, iman-amel ilişkisine yönelik yaklaşımla aynı bağlamda vurgular.
Bu söz, çıkış noktası itibariyle devletin adaletle mükellef olduğunu ve adaletin ancak İslam’la sağlanabileceğini, adil olmayan bir devletin İslâmî olamayacağını ifade eder.
Sözü bu özden koparıp sekülerist/laik bir yaklaşımı meşrulaştırma babından, adaleti İslam’dan bağımsızlaştırma yönünde kullanmak kaynağına karşı büyük bir vebâldir.
Kâfirler gibi, Müslüman olma iddiasında olanlar da adaleti ihmal edip zulme sapabilirler. Kerbela vakasında yaşananlar bunun en açık tanığıdır. Ancak Müslümanların İslam’a uymayan davranışlarından İslam’ı mesul tutup onun üzerinden İslam’ın alanını sınırlamaya kalkışmak çok farklı bir durumdur!