Türkiye’de Kürt sorunuyla alakalı kısıtlanan hakların iadesi ve bir bütün olarak Kürtlerin ortak taleplerinin karşılanması noktasında siyasi erkler, ortak bir yaklaşım sergileyerek çareyi PKK’nin kullandığı şiddet yöntemine sığınmakta buluyorlar.
Temel meselelerin çözümü noktasında bu yaklaşım gerçekçi midir? Yoksa mazerete sığınmak ya da topu taca atmak mıdır?
Eğer gerçekçidir derseniz, Oslo’dan sonra İmralı sürecini de göz önüne alırsak, o halde bu “gerçekçilik” başka “gerçekçiliklere”de kapı aralamaz mı?
Yok, “savsaklamanın başka bir yöntemidir” derseniz, toplumsal kabul noktasında bir karşılığı olmaması gereken savsaklama yöntemlerinin ülkenin en tepesindeki insanların ağzından dökülerek bir toplumsal kabule dönüşmesini nasıl yorumlamak gerekir?
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, hafta içerisinde İsveç parlamentosunda konuşurken Kürt sorununa çözüm kapsamında sorulan bir soruya karşılık verirken şu cümleleri kullandı:
“Bu işin içinde şiddet ve terör olmasaydı, bu meseleleri biz çok daha erken, çok daha rahat çözer ve Türk demokrasisinin standartları çok daha yüksek seviyeye gelir, bu sorunları çok daha kolay halletmiş olabilirdik… Ama terör ve şiddet olunca ister istemez güvenlik politikalarını bir noktada uygulamak durumundasınız.”
Elbette bu tür söylemler, teoride olması gerekeni ifade etmek bakımından anlamlı olsa da pratiğe yansıyan farklı yaklaşımlar, bu bakımdan “Şiddet-Çözüm” denklemini “Paradoks” kavramına mahkûm kılmaktadır.
Gerçi bu paradoks, bugün için iktidardaki siyasi erkle başlayan bir vakıa değildir. Daha ziyade gelenekselleşen bir devlet politikasının/söyleminin geçmişten bugünlere sarkan mirası niteliğindedir. Ama yaşanan iç ve dış gelişmeler ve fiiliyattaki iyimserlik konsepti, artık paradokslara mahkûm olmayacak şekilde eylem-söylem birliğini zorunlu kılmaktadır.
Bugün için çözüm bekleyen çok farklı kesimlerin yığınla sorunları arasında en fazla konuşulan, gündemde en fazla yer işgal eden, çözüm yönünde üzerinde en çok kafa patlatılan sorun nedir diye sorulursa herhalde verilecek ortak cevap, kapsamı ve niteliği konusunda kargaşa yaşansa da İmralı ile başlayan “çözüm süreci” olacaktır.
Kimisine göre Kürt, kimisine göre PKK sorununun “çözüm” yönüyle en fazla gündemde tutulmasının sırrı konusunda yöneltilecek soruya verilecek cevap ise, herhalde meselenin “şiddet” içeren yönünün ağır basması olacaktır.
Bu ülkede elbette Kürt sorunu en ciddi sorunların başında yer almaktadır. Ama çözüm bekleyen tek sorun da değildir. İnancını hakkıyla yaşamak isteyen insanlara dokunursan bin ah işitirsin.
Farklı etnik, dinsel veya mezhepsel kesimlere kulak verirsen hakeza… Oysa devletin “Çözüm-Şiddet” paradoksuna yol açan söz kombinasyonuna bakılırsa PKK’nin şiddet içeren yöntemlerinden dolayı Kürt sorunu kısmen hariç, diğer tüm sorunların çözülmüş olması, Türk demokrasisinin standartlarının da çok yükseklerde olması gerekirdi.
Ama nafile! Kandil yöneticilerinin açıklamalarına bakılırsa silah, “kazanımlarının garantisi” niteliğindedir. Nitekim bir zamanlar BDP’li bir vekil, “Silah Kürtlerin güvencesidir” dediğinde fırtınalar koparılmış olmasına karşın, devletin artık bir kural haline gelen “söylem/eylem çelişkisi”, şiddet içeren yöntemlere adeta meşruiyet kazandırmış bir duruma gelmiştir.
Ya da konunun daha iyi anlaşılması için şöyle farazi bir örnek verelim:
Bu ülkede kanayan yara haline gelen ve belki de çözümü diğer bazı meselelere göre daha basit olan başörtüsü meselesi için PKK eline silah alıp otuz beş yıllık bir çatışma sürecine girişmiş olsaydı, bu uğurda kırk bin kişi canından olsaydı, bugün için “Çözüm” bağlamında en fazla konuşulması gereken mesele ne olurdu? Tabii ki başörtüsü meselesi…
Başka bir örnek: Kürtlerin ezici çoğunluğunun ortaklaştıkları birçok temel hakların talebi vardır. Oysa devlet erki sadece PKK’yi ilgilendiren sorunlara kafa yormakta, hatta geri kalan insani hak taleplerinin çoğunu da PKK’nin silah bırakma şartı için masada pazarlık unsuruna dönüştürmektedir. Bu durumda silah kullanmadıkları halde hak talepleri görmezden gelinen Kürtlerin ne suçu vardır ki talepleri kaale alınmadığı gibi, üstüne üstlük bir de bu talepleri PKK ile pazarlık unsuruna dönüştürülmektedir. “Silaha başvurmadıkları için” cevabı kendiliğinden ortaya çıksa da asıl cevap, devletin geleneksel çelişkilerinden kurtulamaması olmalıdır.
Devletin bu tür yanlış politikaları, bir taraftan şiddet biterse her şey hallolur söylemini seslendirse de silaha başvurmayanların da adam yerine konmaması, kimsenin benimsemediği şiddet faktörüne devlet politikalarının katkısı olarak belirmektedir.
Bu durumda çözümsüzlüklerin yegâne adresi, şiddet yönteminin failleri kadar hak taleplerini terörize etmeyi marifet sayan geleneksel devlet aklı ve bu aklın sahadaki/siyasetteki yegâne uygulayıcıları değil midir?