Devletler, yapıları gereği değişime açık kurumlardır. İslam dünyasında da “devlet” kavramı, Arapçadaki “dvl” köküyle ilişkili olarak değişim hâlinde bulunmaya işaret eder. Batı dillerinde “Siyasî gücün kurumlaşması” ya da “sosyal düzenin bir hiyerarşi içinde bulunması” anlamındaki “state, staat, état, stat, stato” kavramlarından farklılık arz eder.
İslam dünyasında devlet, zafer/başarı ile ilişkili olarak el değiştirmeye açık ve topluma açık bir düzeni ifade ederken Batı’da devlet, soyluluk anlayışı ile de ilişkili olarak toplumsal düzen hiyerarşisinin sabit/değişmez tepe noktasını ifade eder. Bunun için bizde tarihsel süreç içinde devlet, yapısı gereği esnek ve topluma yakın iken Batı’da katı ve topluma kapalı ve toplumun tepesindedir.
Devletin bizde değişime açık oluşunun en belirgin kanıtı, hanedan değişimleri ve kölelerin ehliyet sahibi olunca devletin başına geçebilmeleridir. Henüz Hicri 3. Yüzyılda Sudanlı Siyahi Kâfur Mısır’ın halifece tanınan hükümdarı olabilmiştir. Sonraki süreçte de bizde çok sayıda memlûk devleti kurulmuştur.
Devletin topluma yakınlığının bizdeki en önemli kanıtı ise henüz ilk dönemde ortaya çıkan “Mezalim Mahkemeleri”dir. Müslüman hükümdarlar, hiçbir komplekse kapılmadan haftanın belli günlerinde halkın huzuruna çıkarak emirlerle ilgili şikayetleri dinleyip çözüme kavuşturmuşlardır. O mahkemelerde emirler, hesap vermek durumunda olan, halk ise hesap soran konumunda huzurda hazır bulunmuştur. Hükümdarların şahsi ile ilgili bir şikâyet söz konusu olduğunda ise bizzat kendileri, Kadü’l-Kudât’ın (başkadı) huzuruna davalı olarak çıkmışlardır.
Batı tarihinde görülmeyen bu devlet nizamı, kendini hep hesap sorulabilir ve adil olmadığında veya başarısız olduğunda idareyi devretmeye hazır görmüştür. Bunun için İslam dünyasında Batı’da olduğu gibi mutlak hanedanlar yoktur.
Modern dönemde İslam’ın bu mükemmel nizamı unutuldu ve devlet, hep Batı’daki anlamıyla, toplumdan ayrışmış, üst yapı olarak tarif edildi. En liberal yaklaşımlar dahi bu esas yaklaşımı değiştirmedi.
Bugün ABD’nin Beyaz Saray, bir Emevî Sarayı kadar dahi halka yakın ve halka hesap veren bir konumda değildir. Lâkin, bunun tersi bize kabul ettirildi ve 19. yüzyıldan itibaren bizde devlet, Batılı bir renge büründü.
CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA DEVLET
Cumhuriyet’i kuran kadroların devlet anlayışı, hep yüzlerinin Batı’ya dönük olmasıyla ilişkilendirilir. Oysa meselenin başka boyutları da vardır:
Cumhuriyet’i kuran kadrolar, uzun yıllardır savaştaydılar ve bu uzun savaş yıllarının son devresinde Kurtuluş Savaşı’na kumanda ettiler.
Uzun savaş yıllarındaki emeklerinin karşılığı olarak kendilerini ayrıcalıklı, hizmet edilmesi gereken; Kurtuluş Savaşı’ndaki zaferlerinin bir karşılığı olarak ise kendilerini devletin sahibi ve halk adına karar vermeye sınırsızca hak sahibi gördüler. Dolayısıyla kendilerini milletin vekili değil, temsilcisi saydılar; millet adına milletvekili atadılar ve kendilerine karşı muhalefet bir yana, eleştiriyi dahi hadsizlik, kıymet bilmeme, nankörlük ve ihanet olarak değerlendirdiler. Kendileri ile ilgili duruşları, beslendikleri Batılı kaynaklar ve anlaşmaların da kendilerine dayattıklarıyla birleşince Batılı devlet anlayışında karar kaldılar. O anlayışın Fransız İhtilali sonrası evirilmiş biçiminin fanatik bir savunucusu kesildiler. Başka bir ifadeyle Batılı devlet anlayışına yöneliş, Cumhuriyet’in ilk kadroları için salt bir zorlama veya aşırı beğeni ürünü değil, aynı zamanda kurucu kadronun kendisine biçtiği değerle ilişkilidir.
Bu tutum neticede, İslam dünyasının devlet anlayışından farklı olarak kendini tepede gören, halka hesap vermeyi gereksiz sayan, halkın görüşlerini dikkate almayı ahmaklık, gericilik bilen, vekalete değil, temsile dayalı bir yönetim tarzı ihdas etti.
Türkiye’de dindar/sağ kesim, bu yaklaşıma karşı seçimler üzerinden mücadele etti ve kendini halkın yerine koyan temsil sistemine karşı vekalet sistemine, sonuna kadar sahiplendi. Aynı kesim, mahrum bırakıldığı haklarını elde etmek için, siyasal liberalizmi bir fırsat olarak değerlendirdi.
Ne var ki 1960 İhtilali bu sürece ağır bir darbe vurdu. İhtilalciler, 1950’li yıllarda Demokrat Parti’ye oy veren tabanı zayıflatmak için sistem ile halk arasında solu bir köprü olarak kullandılar. Solu güçlendirecek adımlar atıp Kürt, Alevi ve işçileri sola yöneltecek bir zemin oluşturdular. Böylece sol, sistem ile halk arasında, halktan ama sisteme ait bir yapı mahiyetinde bir sistem kanadı olarak teşekkül etti.
Dindar/sağ kesimler, bu hileyi gördüler; Meclis’in güçlü tutulmasını, vekalet sistemini ve bir yere kadar liberalliği devlete ortak olmak ve inançlarını yaşayabilmek için kendilerine verilmiş bir fırsat olarak değerlendirmeye devam ettiler. Turgut Özal’ın Anavatan Partisi (ANAP), bu değerlendirmenin tam bir karşılığıdır. Ancak bu değerlendirme ile tam zıt bir hedef içinde Batı dünyası da vekalet sistemini ve liberalliği, devleti hantallaştırma, devlete müdahalede bulunma ve toplumun ahlaksal değerlerini değiştirmek için fırsat bildi ve sahiplendi.
Turgut Özal, ülkenin Avrupa Birliği başvurusuna sahip çıkarak dindar/sağ kesimin talepleri ile Batı’nın talepleri arasında bir paralellik kurmaya çalıştı. Özgürlükler konusunda sisteme karşı sırtını Batı’ya dayayıp içeride dindar/sağ kesimi memnun edecek adımlar attı. Ancak bu adımların Avrupa’nın himayesini gerektirmesi özgürlüklerin aynı zamanda liberal ahlaksızlıkların da önünün açılmasına ve toplumun değerlerinin aşınıp yozlaşmasına yol açtı. Bu yöndeki şikayetler, halkın bir kesimi ile Özal’ın arasının onun hayatta olduğu yıllar ile sınırlı olarak açılmasına neden oldu.
AK PARTİ DÖNEMİ VE DEVLET
AK Parti, Milli Selamet kökenli ve Refah Partili kadroların önderliğinde ancak ANAP’ı da içine alarak vücut buldu. İlk dönemde Turgut Özal’ın son temsilcisi olduğu vekalet sistemine dayalı, liberal devlet anlayışına sonuna kadar sahiplendi. Ama Türkiye’nin etrafındaki gelişmeler aksi yönde ilerliyordu. Küreselleşmeye karşı güçlü ulus devleti düşüncesi, Rusya ve Çin eksenli olarak öne çıkmış, buna karşı liberal Batı’nın Türkiye ile ilgili iyi bir niyete sahip olduğuna dair işaretler de bir türlü görünmüyordu. Batı, devlet içinde uzanabildiği her noktayı devleti hantallaştırmak ve devlet üzerindeki hegemonyasını sağlamlaştırmak için bir fırsata dönüştürüyordu. Böyle bir dış kısıtlamayla, Türkiye’nin büyük bir kalkınma hamlesi geliştirip Batı’yla ekonomik anlamda rekabet edecek bir ekonomiye, dolayısıyla bağımsız bir askeri ve siyasi stratejiye sahip olması mümkün değildi.
Bu tablo içinde en geç 2011’de AK Parti Genel Başkanı ve dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, sağlıklı bir kalkınma hamlesi ve bölgesel güç olmanın devlette değişimi zorunlu kıldığına ikna olmuş. Ekonomide liberallikten ayrılmadan politik sistemde liberalleşme sürecine son verme konusunda bir karara ulaşmış ve bu karar, aynı zamanda ona devletin liberalizm karşıtı eski kadroları ile çalışma zemini sağlamıştır.
O günlerde daha sonra 15 Temmuz darbe girişiminde bulunan çevrenin İngilizce yayımlanan gazetesi Today’s Zaman, İhsan Yılmaz adlı yazarının kaleminden, Erdoğan’ın yönelişini “Kemaloİslamizm” olarak nitelendirdi. ABD’de konferanslar veren söz konusu şahıs, bu nitelendirmeyle Erdoğan’ın Kemalist tepeden inme yöntemlerini kullanarak dindarlığı Türkiye’ye dayattığını öne sürüyor; ABD ve diğer Batı hükümetlerini Erdoğan aleyhinde harekete geçmeye teşvik ediyordu. Gazetenin diğer yazarları da devletin haber kaynaklarının sivil toplum ile ilgili takipler yapıp kayıtlar tuttuklarını dillendiriyorlar, böylece devlette kendilerine karşı bir hareketlenmenin oluştuğunu Batı’ya haber veriyorlardı.
Henüz o günlerde devlette bir değişim kararı hissediliyordu. Bu değişimin simge talebi ise başkanlık sistemiydi. Zannedilenin aksine bugünkü devlet odaklı düzenlemeler, başkanlık sisteminin bir neticesi değildir. Aksine başkanlık sistemi, devletteki değişim ihtiyaç ve talebenin karşılığıdır. Devlet, Erdoğan’ın önderliğinde başkanlık sistemi etrafında kendini toparlama, kendisi ile Batı arasında sınırlar koyma ve kendini yeniden konumlandırma ihtiyacı hissetmiş ve bunu başkanlık sistemi üzerinden gerçekleştirmek istemiş olmalıdır.
Batı, 15 Temmuz’la, kendisinden izin alınmadan başlatılan bu sürecin önüne geçmeyi denedi ancak başarılı olamadı. 15 Temmuz’dan sonra söz konusu değişim daha da hız kazandı.
DEVLETTEKİ DEĞİŞİMİN KOTLARI
Devletlerdeki değişimleri tek nedenle izah etmek yanıltıcı olduğu gibi tek dayanakla açıklamak da yanıltıcıdır. Ancak görüldüğü kadarıyla son yıllarda devlette görünen değişim, Alman hukukçu ve düşünür Carl Schmitt’in devlet anlayışı ile epey uyumlu görünmektedir.
Ekonomide liberal olan, siyasette liberalizmi ahmaklık bilen ve eğilimde Alman milliyetçisi Carl Schmitt devlet konusunda özetle şunları öne sürmektedir:
1.Politik olan devlettir. Halk, politik olana vekalet sistemi üzerinden değil, temsil sistemi üzerinden katılmalıdır. Aslın vekilden üstün olduğu vekalet sisteminde halk, doğrudan politiktir, devletin içindedir. Temsil sisteminde ise mümessil, temsil ettiklerinin bir karşılığıdır. Dolayısıyla mümessil, halkın kendisi gibidir. Halk, onu seçmekle devleti ona bırakır. Görevine başladıktan sonra halkın adına karar verir. Halk, burada devletin karşısında politik bir güç olarak durmaya devam etmez, kendisini sürekli devletin içinde görmez.
2.Carl Schmitt, Hegel'in devleti bir kişilik olarak karşıtlık oluşturmak ve bir düşman yaratmak zorunda olduğu düşüncesini yorumlayarak devletin bir iç düşman bilmek durumunda olduğunu öne sürer. C. Schmitt, bu görüşüyle, devletin ya yanındasın ya da karşısında anlayışını sahiplenir ve devletin sınırları içinde mahiyeti ne olursa olsun devlete muhalif bir yapıyı kabul etmez. Bu tür yapıları iç düşman olarak tanımlar. Ona göre, düşmanın iyi veya kötü olması da söz konusu değildir. “Düşman sadece, gerçek bir olasılık olarak insanlardan oluşan bir bütün karşısında mücadele eden benzer bir bütündür.” Dolayısıyla düşman, devletin yerine geçme iddiasında olan ve devleti ele geçirme kudretine sahip insan örgütlenmesidir.
3.Devlet, toplumla bir değildir. Devlet, toplum üstü bir örgütlenmedir. Dolayısıyla devlet ve toplumun birliği, devlet ve toplumun eşitliğini değil, politik olmayan toplumun, politik güç olan devlete tabi olması, devletin strateji ve hedeflerine katılmasıdır. Zira toplumsal olanı devlete taşımak, devlette laubaliliğe yol açar.
4.Devlet, tarafsız değildir, kendi çıkarları konusunda taraftır; kendi tarafını kollar.
GERÇEKLİK VE ENDİŞELER
Liberal vekalet sisteminin devleti hantallaştırdığı bir hakikattir. Kaba parlamenter sisteme sahip hiçbir devlet, cihan gücü olma kabiliyetine tam sahip değildir. Liberal vekalet sisteminin getirdiği politik çokluluk/çok başlılık, küçük çaplı devlet niteliğinden kurtulmaya izin vermez.
Ancak Carl Schmitt’in devlet anlayışının, devletle toplum arasında Batılı tarzda duvarlar ördüğü ve bizde hep güçlü olan sivil toplumu hiçleştirdiği de bir hakikattir. Yine bu yöndeki değişimlerin dışarıdan ve kasıtla bakıldığında 1950 öncesini çağrıştırdığı da kabul edilmelidir.
Dindar kesimin tam da bununla ilgili, güçlü bir endişesi söz konusudur: 1950’den bu yana devlette kadrolar değişmişse de sistemin esaslarını belirleyen katı Batıcı yasalar değişmemiştir. Değişen kadrolar, bu katı yasaları sadece uygulamada yumuşatabilmiştir. Başka bir ifadeyle, katı yasaların o yasalardan farklı bir anlayışa sahip kadrolar tarafından uygulanması, dindar kesimi kısmen rahatlatmıştır.
Gelecekte mevcut kadronun devletin başından çekilmesi ve o katı yasaları benimseyen kadroların devletin başına geçmesi durumunda dindar kesim, katı yasa ve otoriter idareciler buluşması karşısında, 1950 öncesinin uygulamaları ile karşı karşıya kalmayacak mıdır?
Öte yandan bu endişe, kimi siyasilerce değerlendirilerek dindar kesimi vekalet/başbakanlık sistemine yöneltme yönünde değerlendirmektedir. Oysa dindar kesimin, vekalet sistemi üzerinden devlette sadece söz sahibi olma psikolojisinden daha farklı bir konuma çıkmak için ufkunu açma ve çalışmada bulunma ruh hâline doğru kendini yenilemesi gerekmez mi?
Yine dindar kesimin, mevcut dünya düzenine karşı güçlü ve bağımsız bir devlet anlayışını dillendirmesine rağmen, devletin kendini güçlü ve bağımsız tutacağı mekanizmalar edinmesini geleceğe yönelik endişelerle ilgili olarak peşinen reddetmesinin tutarlılığından söz edilebilir mi?
Bu tablo içinde toplumun farklı kesimlerini, hedeflenenin; topluma tepeden hükmeden bir devlet değil, toplumun yararına iş gören, toplumun hak ve hukukunu önemseyen ama güçlü olmasını sağlayacak mekanizmalara da sahip bir devlet olduğuna ikna etmek, bunu sağlayacak adımlar atmak, bu değişime öncülük edenlere düşmektedir.