Allah-u Tebareke ve Teala’ya layıkıyla hamd, Efendimiz Muhammed’e, âline, ashabına ve bütün âşıklarına salat ve selam olsun.
Geçen ayki yazıya bir tetimme olarak bu yazıyı da ‘dinler arası diyalog’ konusuna ayırdım. Çünkü önceki konumuzu dava edinenler bu konuyu da ona paralel olarak dava edinmişler ve aynı hararetle yürütmektedirler.
Gerçi haçlıların son karikatür saldırıları ve İslam âlemini yeniden bilfiil işgal etme girişimleri, dinler arası diyalog çabalarının ne kadar boş olduğunu ortaya çıkartıp bu konuda fazla söz söylemeye ihtiyaç bırakmamışsa da özet olarak fıkıh, ayet, Hadis-i Şerif ve Risale-i Nur çerçevesinde ele alacağız ki, şeriatımızın ne kadar doğru olduğu ve İslam âlimlerinin ne kadar feraset sahibi oldukları bir kez daha gün ışığına çıksın.
Dinler arası diyalogdan gaye semavi dinlerin mensupları arasında ateşkes ve barış ise İslam şeriatı bazı şartlar dâhilinde buna cevaz vermektedir. Bu şartlar detayıyla fıkıh kitaplarında zikredilmektedir. Geçen ayki yazıda buna değinmiştim. Resulullah (sav)’ın Medine ve civarında bulunan Yahudiler ve Mekke müşrikleri ile yaptığı barış ve ateşkese, onlar anlaşmayı bozuncaya kadar da sadık kaldığı malumdur.
Yok eğer dinler arası diyalogdan gaye, insani çaba ve tecrübelerle elde edilen medeniyetten karşılıklı istifade etmek ise bunun da (bazı şartlar dâhilinde) İslam’da yeri vardır.
Bunlar değil de diyalogdan gaye birbirlerinin mukaddesatına hakaret etmemek ve sövmemek ise zaten her dinden fazla İslam dini buna taraftardır. Çünkü İslamiyet terbiye dinidir, edeb dışı söylemlerden ictinab eder. Nitekim ayeti kerime şöyle ferman etmektedir. “Onların Allah’tan başka taptıklarına sövmeyin ki (onlar da) haddi aşarak bilgisizce Allah'a sövmesinler”[1]
Diyalogdan gaye ‘Hilf-u’l Fudul’ gibi insani bazı haklar üzerine anlaşma ise o da meşrudur. Çünkü Resulullah (sav) Hilf-u’l Fudul hakkında şöyle buyurmuşlardır: “Abdullah b. Cüd’an’ın evinde bir anlaşmaya şahid oldum ki, bana onun mukabilinde mor koyunlar verseler onun bozulmasını istemem. Şayet İslam’da da ona çağrılsam elbette icabet ederim.”[2]
Yok, eğer dinler arası diyalogdan gaye bunların hiçbiri değil de, İslam dışındaki başka, yani Allah-u Teala’nın mensuh ve gayrı meşru ilan ettiği Yahudi ve Hıristiyanlık gibi dinlere meşruluk vermek ve mensuplarını da kafir saymamak, onların hoşuna gitmeyen hükümleri makaslayıp örtbas etmek, bin dört yüzyıldır İslam ümmetinin üzerinde icma ve ittifak ettiği ve bugüne kadar hiç kimsenin değiştiremediği esasları ve Cadde-i Kübrayı değiştirip tahrif edip yerine bid’at ve dalaleti ikame etmeye kalkışmak veya bazı hükümlerinden feragat etmek ise bu asla kabul edilemez, böyle bir teşebbüse kalkışmak da hiç kimsenin haddi değildir. Çünkü İslam Allah-u Teala’nın himayesi altındadır. Ayrıca binlerce İslam âlimi ve milyonlarca İslam kahramanı İslam için nöbet tutmaktadır. Dağları bile ürperten böyle bir çirkinliğe teşebbüs edenler ne gibi bir duruma düştüklerini iyice düşünmelidirler.
“Muhakkak ki Allah katında (yegâne) din, İslam’dır.”[3]
“Kim İslam'dan başka bir din ararsa asla ondan kabul edilmez. O, ahirette de kayba uğrayanlardandır.”[4]
“Şüphesiz, kitap ehlinden ve müşriklerden inkâr edenler, içinde sürekli kalıcılar olmak üzere cehennem ateşindedirler. İşte onlar, yaratılmışların en kötüleridir.”[5]
“Nefsim elinde olana yemin ederim ki, bu günden kıyamete kadar her kim beni duyarsa; Yahudi olsun Hıristiyan olsun, sonra da onunla gönderildiğim dine iman etmeden ölürse mutlaka ateş ehlinden olacaktır.”[6]
Bu hususla ilgili ayet ve hadisleri yazmaya çalışsak ciltler dolacaktır. Bu hususta Kafirun suresi tek başına yeterlidir. Ayrıca bu hususlarla ilgili ümmetin bin dört yüz yıllık icmaı vardır. Bu icmaı bozmak isteyenlere şu ayet ne güzel cevaptır: “Kim kendisine 'dosdoğru yol' apaçık belli olduktan sonra, Resul’e muhalefet ederse ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir yataktır o!..”[7]
Mü’minlerin mürşidi Bediüzzaman’ın bu husustaki tavsiyesi ne de doğrudur: “Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umur-u diniyede (dini işlerde) müsamaha veya teşebbühle (benzemeye çalışmakla) medenilere yanaşmayın. Çünkü aramızdaki dere çok derindir, doldurup hatt-ı muvasalayı (ortak çizgiyi) temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz veya dalalete düşer, boğulursunuz”[8]
Müslümanlar hiçbir durumda kâfirlere güvenmemeli, Allah-u Tebareke ve Teala’nın şu ikazı ve fermanından gafil kalmamalıdırlar: “Sen onların dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olacak değillerdir. De ki: "Şüphesiz doğru yol, Allah'ın (gösterdiği) yoludur." Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların heva (arzu ve tutku)larına uyacak olursan, senin için Allah'tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı.”[9]
“Eğer güç yetirirlerse, sizi dininizden geri çevirinceye kadar sizinle savaşmayı sürdürürler. Sizden kim dininden geri döner ve kâfir olarak ölürse, artık onların bütün işledikleri (amelleri) dünyada da, ahirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateşin halkıdır, onda süresiz kalacaklardır.”[10]
“Ey iman edenler, sizden olmayanları sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışıyor, size zorlu bir sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa vurmuştur, sinelerinin gizli tuttukları ise, daha büyüktür. Size ayetlerimizi açıkladık; belki akıl erdirirsiniz.”[11]
“Ey iman edenler, eğer inkâr edenlere itaat ederseniz, sizi topuklarınız üzerinde gerisin-geri çevirirler. Böylece büyük hüsrana uğrayanlara dönersiniz. Hayır, sizin mevlanız Allah'tır. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır.”[12]
Şunu da belirtmeliyiz ki, bu ayet-i kerimelerle Allah-u Teala Müslümanlarla kâfirler arasında barış ve istifade yolunu kapatmıyor. Yeter ki şartlara uygun olsunlar. Lakin Müslümanları tedbiri elden bırakmamaya, uyanık davranmaya, kâfirleri dost edinmemeye, onlara sırlarını açmamaya, hiçbir şekilde onlara güvenmemeye ve imkân dâhilinde onlardan yardım dilememeye davet etmektedir.
Yazımızı Bediüzzaman’ın şu iki uyarısıyla bitirmek istiyoruz:
“İ’lem eyyuhel aziz; Kâfirlerin, Müslümanlara ve ehli Kur’an’a düşman olmaları küfrün iktizasındandır (gerektirmesindendir). Çünkü küfür imana zıttır. Maahaza (bununla birlikte), Kur’an, kâfirleri ve âbâ ve ecdatlarını (baba ve dedelerini) idam-ı ebedi (ebedi yokluk) ile mahkum etmiştir. Binaenaleyh Müslümanlar ile ülfet ve muhabbetleri mümkün olmayan kâfirlere karşı muhabbet boşa gidiyor. Onların muhabbetiyle karşılaşılamaz.”[13]
“Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız! Âyâ (acaba), Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten (düşmanlıktan) sonra, hangi, akıl ile onların sefahat ve batıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefihane taklid edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendiniz ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki (biliniz ki), siz ahlaksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz! Çünkü şu surette ittibaınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır (küçümsemedir) ve millete bir istihzadır (alaydır)!”[14]
Allah’a Emanet Olunuz
Esselamu Aleykum ve rahmetullahi ve berakatuhu
İnzar Dergisi
[1] Maide: 108
[2] Siret İbn-i Hişam, C:1, S: 185
[3] Al-i İmran: 19
[4] Al-i İmran: 85
[5] Beyyine: 6
[6] Müslim, Kitab’ül İman
[7] Nisa: 115
[8] Mesnev-i Nuriye, Habbe
[9] Bakara: 120
[10] Bakara: 217
[11] Al-i İmran: 118
[12]Al-i İmran: 149-150
[13] Mesnev-i Nuriye, Hubab
[14] Lem’alar, 17. Lem’a, 5. Nota