Din ve devlet arasındaki ilişki insanlık tarihi boyunca hep vardı ve olmaya da devam edecektir. Çünkü din de, devlet de toplum için vazgeçilmez temel yapılardır. Din ve devletin birbirinden ayrılmaları gerektiğini savunan laik devlet sistemi daha yeni sayılır. Avrupa coğrafyasında başlayıp yayılan bu sistemin ortaya çıkışını doğuran tarihi şartlar bellidir. Din adına dünyevi otorite üzerinde hak iddia eden kilise sultasına karşı gelişen tepkiler laiklik adı ile gelişti ve kilisenin bu hakkından vazgeçmesi veya vazgeçirilmesi ile sonuçlandı. Aslında laiklik, dine değil, din adına kilisenin haksız, imtiyazcı ve ayrımcı uygulamalarına karşı gelişmiş bir hareketti.
İslam dini hiçbir kimse ve hiçbir guruba imtiyaz tanımadığı gibi, din ve vicdan özgürlüğünü de kesin olarak teminat altına almıştır. ‘Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?(Yunus:99)
İslam'da teokratik devlet anlayışına yer yoktur. Hiç kimse dini inanç ve görüşlerinden dolayı da zorlanamaz. ‘Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır.'(Bakara:256)
İslam dünyasında hemen her dönemde dini özgürlükler azami derecede korunmuştur. Osmanlı devleti de bu konuda bugünkü modern devletlerin bile gıpta edeceği dini müsamahayı asırlar boyunca ayakta tutmuştur. Bu sebeple Osmanlı egemenliği altında bulunan Gayr-ı Müslim tebaa, Osmanlı idaresi altında yaşamayı kendi dindaşı olan Hıristiyan bir devletin idaresinde yaşamaya tercih etmişlerdir. Fatih'in İstanbul'u kuşattığı sırada, bazı Bizans ileri gelenleri ve din adamları Katolik ve Ortodoks kiliselerin birleştirilmesini teklif etmeleri üzerine; Bizanslı Grandük Notars, ‘Başımızda kardinal külahı görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi arzu ederiz' demiştir. Ne yazık ki bugün bu tarihi hakikat yer değiştirmiş; Müslümanlar bir Avrupa ülkesinde yaşamayı kendi öz ülkesinde yaşamaya tercih eder duruma düşürülmüşlerdir.
Önceki yazılarımızda İslam dünyasında laiklik uygulamasını gerektirecek sosyal ve dini bir neden olmadığına değinmiş ve bizde laiklik diye uygulanmış olan şeyin Avrupa'daki laiklik uygulamasından hem amaç hem de şekil açısından çok farklı olduğunu belirtmiştik. Avrupa'da laiklik, kilise sultasına karşı bir hareket olarak ortaya çıkmışken, bizdeki uygulaması tamamen İslam düşmanlığı şeklinde olmuştur. İslam'ı toplumsal hayattan kaldırmak ve unutturmak hedeflenmiştir. Bizdeki laikler, İslam'ın çağdışı olduğuna ve esaslarının hayata bir şey veremeyeceğine, dolayısıyla ortadan kaldırılması gerektiğine inanmış kişilerdi.
İslam dünyasında laikliği gerektirecek bir durum olmamakla beraber bu ideolojinin bir azınlık tarafından dayatılmış olmasının değişik tarihi, sosyal ve psikolojik sebepleri vardır elbette. Bu sebeplerin başında kör taklit gelir. Zayıf kalmış toplumların güçlüleri taklit ettiği sosyolojik bir gerçektir. On yedinci asırdan sonra gelişen olaylarla beraber Avrupa her alanda ilerledi. Osmanlının sahip olduğu sistem, çağa ayak uydurma, yenilenme konusunda hayli gecikti ve kendi değerleri üzerinde kalarak güçlenmenin ve ilerlemenin yöntemini bulamadı. Batı ile Osmanlının arasındaki fark büyüdükçe bu işin nereden kaynaklandığı sorusu gündeme geldi. Avrupa'da eğitim görmüş bir kitle, bu geriliğin dinden kaynaklandığını ve sorunun tıpkı Avrupa'daki gibi dinden uzaklaşmak yolu ile aşılabileceği yanlışını dillendirdi. Avrupa karşısındaki yenilgilerin doğurduğu mahcubiyet ve kompleks, yanlış muhakemeler ve sonuçlara götürdü. Sanki ‘Denize düşenin yılana sarılması' sözünün anlattığı bir durumdu yaşananlar.
Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan ve adına inkılap denilen bütün uygulamaların hedefi İslam'ı ve onunla yoğrulmuş olan eski kültürü yok etmekti. Hilafet'in kaldırılması, dini eğitimin yasaklanması, yüz yıllardan beri kullanılan Arap harflerinin yerine Latin harflerinin konması ile yetinilmedi. Eski alfabe ile yazıp okuma yasaklandı ve buna uymayanlar cürmü meşhut işlemişler gibi takibata uğradılar ve cezalandırıldılar. Birçok İslam bilgini sudan bahanelerle idam edildi. Kur'an-ı Kerim'in dahi okunmasına, öğretilmesine tahammül gösteremeyen feci süreçler yaşandı bu memlekette.
Daha önce anayasada yer alan ‘devletin dini İslam'dır' hükmü de kaldırıldı. Bütün bu yapılanlardan sonra zaten böyle bir maddenin anayasada olması bir şey ifade etmezdi. Bu maddeyi 1924'te anayasaya koyanlar aradan dört yıl geçtikten sonra bunu çıkardılar ve yaptıklarını şöyle savundular: ‘Efendim devletin dini mi olurmuş, devlete hadi oruç tut, namaz kıl mı diyeceğiz?'Oysa bu maddeyi dört yıl önce de anayasaya kendileri koymuştu. Aynı şeyi ‘devletin dili Türkçe'dir' maddesi için söylemediler ama. ‘Devlet konuşur mu ki dili olsun', demediler. Hem de Türkçe'nin dışındaki bütün dilleri de bu maddeye dayanarak yasakladılar. Yok, pardon, bütün dilleri değil, ülkenin üçte birini teşkil eden Kürtlerin, dillerini okuyup yazmalarını ve hatta konuşmalarını bile yasakladılar. Ama emperyalistlerin dillerini zorunlu yabancı dil dersleri kapsamında okullarda okuttular. Bu dilleri öğrenmenin medeniyet olduğunu ileri sürdüler.
Hâsılı devletin dinsiz olması veya dini değerlere lakayt kalması kötülüklerin temel sebebidir. Halkımız bunu ‘Balık baştan kokar' vecizesiyle ifade eder.