Amerika’da Siyahi George Floyd’un beyaz bir polis tarafından öldürülmesi sonrası başlayan “Nefes alamıyorum” gösterileri birçok Avrupa ülkesinde de kendini gösterdi.
Irkçılık ve ayırımcılığa karşı çabucak örgütlenen kitleler bazen yağma ve tahribata varan, amacından tümüyle sapan eylemlerle tepkilerini ortaya koydular.
Irak’ta vahşet ve katliamlara karışmış askeri birliklerin şehirlerde görevlendirilmesi Amerika’da yağma ve tahribatı tam olarak önlemeye yetmedi.
ANTİFA ve benzeri radikal sol oluşumların kendini göstermesi radikal ırkçı grupların da silahlarını göstermesine neden oldu ki, birçok kimse “iç savaş” kaygılarını dile getirdi.
Oysa 1991’de Los Angeles’da Rodney King adındaki siyahi genç beş beyaz polis tarafından dövülerek öldürüldüğünde de 2014’te St. Louise’de 18 yaşındaki Michael Brown isimli siyahi genç, polisin açtığı ateş sonucu hayatını kaybettiğinde de olaylar çıkmış; ama bir süre sonra bastırılmıştı.
Ama bu kez Amerika’nın sermayesi, istihbaratı, ordusu içerisinde farklı eğilimler var ve bu da kafaları karıştırıyor.
Hele bir de “Dış güçler” iddiası var ki…
Amerikan Adalet Bakanı Bill Barr, gösterilere ilişkin, “Sadece radikal gruplar yok, yabancı aktörler de bu işin içinde” açıklamasında bulundu.
Kimdir bu “yabancı aktörler” ve Amerikan sokağını karıştırabilecek gücü nereden buluyorlar?
Öyle ya tüm dünya Amerika’nın “dış güç” olarak darbelerin, kitle hareketlerinin, terör şebekelerinin arkasında durmasına alışmışken, bu nereden çıktı?
Üstelik Amerika bunu kendinde bir hak olarak gördü her zaman.
Yakın zamandan iki örnek verelim.
ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo da yaptığı açıklamada, başka ülkenin yönetiminin ne olacağına kolaylıkla karar verebiliyordu: "Maduro'nun günlerinin sayılı olduğundan eminim."
“Dışişleri Bakanı” olarak Pompeo, “Dış güç” olmanın hakkını veriyor: "20 Ekim'de düzenlenen başkanlık seçimlerinde hile ve düzensizlik yapanlar Bolivya'nın iyiliği için kenara çekilmelidir.”
Brezilya’da “Amerikan muhbiri” olarak bilinen Tenet’in çabası ve bir “yargısal darbe” ile Rousseff’in diskalifiye edilip “Amerika ile uyumlu” Bolsonaro’nın getirilmesi bir “dış güç” müdahalesinden başka bir şey değildi.
İran’da kitle gösterileri sırasında “halkın talepleri dikkate alınmalı” diyen Amerika, binlerce kişiyi katleden Sisi darbesi karşısında sesini yükseltenleri görmezden geldi. Rabia ve Nahda meydanlarında işlenen vahşi katliamlar ortada iken dönemin ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, 'Mısır Ordusu'nun ülkede demokrasiyi yeniden inşa etmekte olduğunu' iddia etti.
Bizdeki solcular her ne kadar itiraz edip “27 Mayıs devrimci, 12 Mart ve 12 Eylül sağcı-gerici darbelerdir” deseler de en son 15 Temmuz girişimi dahil tüm darbelerde Amerikan istihbaratının rolü vardır.
12 Eylül darbesini CIA’in Ankara şefi Paul Henze’in dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter’a darbeyi “bizim çocuklar yaptı” sözleriyle haber vermesi herkesin bildiği bir gerçektir.
Jimmy Carter, darbe sonrası memnuniyetini gizleme gereği bile duymadı:
“12 Eylül’den önce Türkiye, savunma anlamında kritik bir vaziyetteydi. SSCB’nin Afganistan’a müdahalesi ve İran’da Şah rejiminin devrilmesinden sonra Türkiye’ye istikrarı getiren bu hareket bizi oldukça rahatlattı.”
17 Aralık’taki polis, 25 Aralık’taki yargı, 15 Temmuz’daki askeri darbe girişimleri, Amerika ile koordineli olarak yürütülen başarısız girişimlerdi.
Trump’ın ilk dönemlerinde Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak da görev yapan asker kökenli Michael Flynn’in 15 Temmuz 2016 gecesi ‘ACT! For America’ adlı bir grubun Cleveland’ta düzenlediği konferansta söyledikleri gerçeği ortaya koymaktadır:
“Muhtemelen çoğunuzun haberi yok; ama şu anda Türkiye’de bir darbe oluyor. Ben de Türk ordusuna mensup, bizimle birlikte eğitim almış bir arkadaşımla irtibat halindeydim. Türk ordusu başarılı olacak mı olmayacak mı bilmiyorum, ama takip edenler bilir ki Türk ordusu uzun yıllardır yok ediliyor. Gerçek anlamda laik, yani normal bir ulus devlet olan, ancak daha sonra İslamcılığa kaymaya başlayan bir ülke tarafından…”
Amerikalı istihbaratçılar Henry Barkey’in, Graham Fuller’in isimleri dava dosyalarına kadar girdi.
Demek istediğimiz şu:
Dünyanın birçok ülkesinde, özellikle otoriter rejimlerde kitle eylemlerine yöneltilen en önemli itham “dış güçlerin” desteği suçlamasıdır.
Bu suçlama bazen doğrudur ve genellikle oklar Amerika’yı gösterir.
Amerika’nın tüm dünyada “dış güç” olarak müdahil olmasına alıştık; ama kitlesel gösterilerden dolayı “dış güçlerden” dert yanmasını anlayamadık.