Taksim Gezi Parkı’ındaki “Ağaç sevgisi”nden kocaman bir kaos devşirildiğinin hikayesini iki haftadır izliyoruz.
“Ağaç sevgisi”nden yola çıkarak “Devrim”e uzanan emeller ve bu emeller adına sergilenen tavırlar çeşitlendikçe, kursaklarında “insan sevgisi” olup olmadığı dahi tartışmalı olan bazı kesimlerin bir suistimal aracı olarak kullandıkları ağaçlara acımamak artık mümkün olmuyor.
Ağaç sevgisini kalkan yapanların topluma ağaçların gölgesi kadar dahi güven vermeyen tavır ve söylemleri, “Devrim” ile kastedilen ucubelerin toplumsal karşılığının olmadığını gösterdiği kadar, hükümetin de toplumsal karşılığı olmayan kalkışmayı propaganda yöntemiyle kuşatmasını daha da kolaylaştırıyor.
Türkiye’de farklı yöntemlerle yol alan muhalefet aygıtlarını/çevrelerini propaganda çarkının dişleri arasına alarak öğütmenin en kolay ve en geçerli yöntemi, “Dış Güçler”le bağlantılar kurularak kamu vicdanında mahkûm etmektir.
“Dış güçler” kavramı, içerdeki siyasi ve toplumsal dizaynı amaçlayan önemli bir ritüel olarak milli hassasiyetlere oldukça dokunaklı gelen sihirli formül olma özelliğini korumayı her daim sürdürmüştür. Türkiye’nin çevresinin düşmanlarla sarılı olduğu şeklinde soğuk savaş söyleminin milli bilinci tetikleyerek kitleleri idareci zümrenin tebaasına indirgemeyi başarmasının hikâyesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihsel serüveniyle eşdeğer bir nitelik arz etmektedir.
Fazla uzaklara gitmeye gerek yok. Ak Parti iktidarı öncesinde hüküm süren vesayet yönetimi, sivilleşme sürecinde Ak Parti karşıtlığını “Dış güçler”in müdahalesi şeklinde formüle ederek yoğun bir direnç sergilediği bilinmektedir. Aslında mesele, “Dış güçler”in iç siyasete dönük tercihlerinde baş gösteren değişim politikalarıyla ilgili bir durumdu. Vesayet yönetiminin “Dış güçler” söylemini “Amerikancı Tayyip” şeklinde bir formülasyona sokma çabaları, kendi lehlerine milli hissiyatı bir kez daha harekete geçirerek hükümeti kuşatma altına almada kamuoyu desteğini hedefliyordu. Ancak bölgesel ve uluslararası konjonktür, vesayetçiler için ölüm çanlarının çalınmasını kaçınılmaz kılıyordu.
Yeni iktidara gelen Ak Parti hükümeti ise içerdeki vesayetin baskısını kırmanın yolunu bulmakta hiç zorlanmamıştı. Temel haklar ve özgürlükler vurgusu ve bu vurgularla AB’nin kapısına dayanması, vesayetçi sistemin yamukluklarını AB’nin hukuk normlarına göre yorumlayarak iç ve dış siyasetin dikkatine sunması salt özgürlük tutkusuyla açıklanamazdı. İçerdeki vesayetçi zümrenin homurdanmalarını “Dış güçler”lerden aldığı meşruiyet dopingi ile kuşatıp etkisini törpülemekle kalmamış, vesayetin birçok ciğerparesini de kodeslere tıkmak suretiyle direksiyonun başına geçebilmişti.
Tekrar gelelim Taksim olaylarına ve buna bağlı olarak sıkça dillendirilen “Dış güçler”in etkisine.
Türkiye’de iktidar erki, baş gösteren iç karışıklıklar karşısında tez elden “Dış güçler” kartını piyasaya sürerse bunun başlıca üç nedenden kaynaklandığı söylenebilir:
Birincisi: Kastedilen küresel aktörlerin kendi yanlarında yerleşik iktidarın defterini dürdükleri,
İkincisi: Her daim başvurulan milli hassasiyetleri okşayarak kazan kaldıranları kamunun vicdanında mahkum etme girişimleri,
Üçüncüsü: Ülkede her şeyin güllük gülistanlık olduğu iddiasından hareketle insanların bir şekilde itiraz etmelerinin çizilen toz pembe tablolar içerisinde fuzuliye kaçtığı, dolayısıyla itiraz seslerinin bir karşılığının olmadığı öngörüsünden hareketle bunun “Dış güçler”in bir oyunu olduğu savı.
Taksim olayları üzerinden “Dış güçler”in hükümetin defterini kendi yanlarında dürdükleri gibi bir sonuç çıkarmak hem abartı hem de zorlama bir yorumdan öteye geçmez. Ancak “Dış güçler”in öncü birlikleri gibi faaliyet gösteren bir takım lobilerin, medya kuruluşlarının ve finans çevrelerinin etkisi de görmezden gelinemez.
Burada “dış bağlantı” kabilinden sayılacak müdahalelerin olayları planlayan konumda mı olduğu yoksa patlak veren olaylardan nemalanarak hükümetten bir takım kapitülasyonlar koparmak mı istedikleri belki tartışılabilir.
İster “Dış güçler”in teşvik ve tertipleriyle isterse patlak veren olaylara müdahale ederek yayılmasına yardımcı olmalarıyla olsun fark etmez, bu durum aynı zamanda siyasi iktidarın/iktidarların üzerinde çokça çalışmaları gereken önemli ev ödevlerinin de olduğunu göstermektedir.
Kendilerine bahşedilen “Vehbi ilimlerin” etkisiyle miydi bilinmez ama hem şimdiki Başbakan ve ilgili kabine üyeleri hem de Cumhurbaşkanı, Arap Baharı öncesi gerek katıldıkları İİT toplantılarında gerekse Arap başkentlerine yaptıkları ziyaretlerde hep önemli ama aynı noktaya vurgu yapmaktaydılar. Daha fazla özgürlük, şeffaf yönetimler ve daha fazla demokrasi tavsiyeleri şu uyarıyla beraber yapılıyordu:
“Eğer evlerimizin içini düzenlemesek başkaları dışarıdan gelir evlerimizin içine müdahale eder!” Bu tür tavsiye ve uyarıların en fazla yapıldığı ülkenin Suriye olması ise yaşanan kanlı boğuşmanın birinci sebebinin Suriye denen evin içinin hayli dağınık, düzensiz ve pasaklı olmasındandı.
Bugün Esad, Suriye’nin geldiği noktanın tek sorumlusu olarak “Dış güçler”i adres göstermektedir. Elbette söylediği bir yönüyle doğrudur, hatta doğrunun yarısı da denilebilir. Diğer yarısı ise “Dış güçler”in müdahalesine adeta davetiye çıkaran despot yönetim anlayışıdır ki başvurduğu “Dış güçler” kavramı ile kendi ayıbını örtmeyi de bir anlamda hedeflemektedir.
Elbette bu anlamda Türkiye, Suriye ile karşılaştırılamaz. Ancak hâlâ “Dış güçler”den yana dert yanan bir hükümet portresiyle karşılaşıyorsak demek ki “ev içinde” düzeltmeyi bekleyen bazı durumlar vardır ki gavurun lobisi, medyası, faizcisi, sermayedarı ta uzaklardan gelip müdahale etme kudretini kendinde bulabiliyor.
Yüzde ellinin ‘oy’unu aldım demek bir yönüyle büyük bir başarı olsa da geriye kalan yüzde ellinin ‘oy’uyla beraber hissiyatına da tercüman olamama sonucu da ortaya çıkıyor. Kaldı ki ‘oy’u alınan yüzde ellinin içerisinde acaba ne kadarının hissiyatına tercüman olunduğu da tartışılabilir.
Mevcut iktidar, yaptığı hizmetlerle haklı olarak övünüyor. Ancak övündüğü dev hizmetlerden örnekler verirken neredeyse tamamının “Kalkınma”yla ilgili örnekler olması herhalde tesadüf olmasa gerek. Temel haklar ve özgürlüklerden bazen dem vurulsa da verilen örnekler, genellikle tek parti dönemindeki CHP uygulamalarıyla kıyaslanarak servis ediliyor ki bu durum veya kıyas bir hukuk illüzyonundan öte hiçbir anlam ifade etmiyor.
Hep duyuyoruz;
“Biz iktidara gelirken Merkez Bankası döviz rezervi şu kadardı, şimdi ise…”
“Biz iktidara gelirken duble yol şu kadardı, şimdi ise… Büyüme oranı şu kadardı, şimdi ise… Biz iktidara gelirken kişi başına düşen GSMH şu kadardı, şimdi ise…” vs vs örnekler çoğaltılabilir.
Ama bahse konu kalkınma hamlelerinin karşısına mesela şunlar çıkarılırsa:
“Reyhanlı bombacılarını yağdan kıl çekercesine buldunuz, oysa Roboski bombacılarının dosyasını orta sahada çevrilen topa dönüştürdünüz.”
“Bir yandan katil rejime One Minute çekerken, öbür taraftan Gazze için yapılan yardım faaliyetlerini, kılınan gıyabi cenaze namazlarını örgüt suçu kapsamına alarak en ağır cezalara gerekçe kıldınız.”
“Diyanet teşkilatınız Kutlu Doğum haftasını bizzat organize ederken Kutlu Doğum etkinliklerine katılmayı yerine göre örgütsel cezaların gerekçesi kıldınız.”
“BM temsilcileri bile Adana Umut-Der’e gelerek yapılan yardım faaliyetlerini takdir ederken yardım çalışmalarını yürüten aynı dernek ve aynı paralelde çalışan diğer bazı dernek yöneticilerinin yardım çabalarını örgütsel suç kapsamına alarak mahkûm ettiniz.”
“Diyarbakır ve civar illerde taşlı görüntülerle kameralara yansıyanlara silahlı örgüt militanı diyerek ağır cezalar verilirken Taksim olayları münasebetiyle Ankara, İstanbul, İzmir vb yerlerde aynı görüntüyü verenleri sadece “Gösteri ve yürüyüş kanununa muhalefet” kapsamında değerlendirip savcılık soruşturmasından sonra serbest bıraktınız.”
“Kalkınma”nıza eyvallah! Ama “Adalet” anlayışınız bu olduğu sürece, biliniz ki “evinizin en az yarısı” halen dağınıktır ve bu dağınıklığı düzeltme bahanesiyle durumdan vazife çıkaracak “Dış güçler” de olacaktır! Ve belki de bu durumda en büyük şansınız, “Dış güçler”in emrine amade olanların toplumsal karşılığının güvensizlik üzerine kurulu olmasıdır.