Diyanet İşleri Başkanlığı 03 Mart 1924 tarihinde "Şer'iye ve Evkaf Vekaleti" yerine 429 sayılı kanunla, Başbakanlığa bağlı bir teşkilat olarak kurulmuştur.
Osmanlı Devleti döneminde Şeyhülislam'ın başında bulunduğu "Meşihat-ı İslâmiyye" olarak vazife gören kurum, TBMM'nin açılmasından sonra da "Şer'iyye ve Evkaf Vekaleti" adıyla Bakanlık olarak yer almıştır. 03 Mart 1924 tarihine kadar bu statü aynen devam etmiştir.
1961 Anayasasının 154. Maddesiyle Diyanet İşleri Başkanlığını bir Anayasa kurumu olarak düzenlemiş, Başkanlığa genel idare içinde yer vermiştir. Görevleri de, İslâm Dini'nin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek olarak belirlenmiştir.
1961 Anayasasının ön gördüğü doğrultuda 22.06.1965 tarihli ve 633 sayılı "Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunla" da yeni bir düzenlemeye gidilmiştir. Bu son düzenleme ile "Diyanet İşleri Başkanlığı laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir" hükmü yer almıştır.
Yukarıdaki bilgilerden anlaşılacağı üzere Diyanet Teşkilatı yeni kurulan laik devletin politikaları doğrultusunda İslam’ı yorumlayacak ve bu esas üzere halkı aydınlatacak(!) bir kurum olarak ihdas edilmiştir.
Diyanet İşleri Başkanlığı, beşikten mezara kadar insanın hayatını düzenleyen, kurallar koyan İslam dinini, din ve devlet yani dünya işlerini ayıran laiklik ilkesine göre yorumlayacak bir teşkilat olarak tasarlanmıştır. Bu da dünyevi işleri düzenleyen ayet ve hadisleri ve bunların ışığında İslam alimlerinin içtihatlarıyla oluşan külliyatı tamamen göz ardı etmek ve sadece suya sabuna dokunmayan bir takım inanç, ibadet, ve ahlakla ilgili konular üzerinde yoğunlaşmak demektir. Aslında başından beri yeni devleti kuranların amacı, batılılaşma ve toplumu dönüştürme çabaları önündeki en büyük engellerden biri olan İslam dinini, diyanet kurumu vasıtasıyla istedikleri gibi yorumlayarak, hem engel olmaktan çıkarma, hem de atadıkları ve maaşlarını verdikleri din görevlileri vasıtasıyla kontrol altında tutmaktır.
Ancak aynı tarihte çıkarılan "Tevhid-i Tedrisat Kanunu" ile medreselerin kapatılması ve yerine din adamlarını yetiştirecek kurumların yetersiz olması sonucu Diyanet teşkilatı için eleman sıkıntısına yol açmıştır. Bir çok yerde imam olmadığı için insanlar cenazelerini defnetmede dahi sıkıntı yaşamışlardır. Daha sonra bu sıkıntıları gidermek ve imam ihtiyacını karşılamak için kurulan İmam Hatiplerde yetişenlerin, dini konularda medrese öğrencilerine göre yeterli donanıma sahip olmamaları yüzünden, halk uzun süre Diyanetin atadığı din adamlarına karşı mesafeli davranmış ve bu konuda halk nazarında olumsuz bir imaj oluşmuştur. Ancak daha sonraları sanırım MSP ile CHP koalisyonu döneminde olacak-özellikle Erbakan’ın liderliğindeki Milli Selamet Partisinin çabalarıyla-medrese okuyanlara Diyanette görev verilerek bu imaj düzeltilmeye çalışılmıştır. Aslında bu bir anlamda Diyanet’in kuruluş felsefesinden bir sapma olarak da görülebilir. (Medreseler her ne kadar kanunla kapatılmışsa da, Kürt illerinde ve Karadeniz bölgesinin bazı yerlerinde gizli bir şekilde özellikle köylerde alimler ders vermeyi sürdürerek medrese geleneğini devam ettirmişlerdir.)
Diyanet İşleri Başkanlarının siyasi iktidarlar tarafından atanması sebebiyle, başkanların kendilerini siyasi iktidara karşı sorumlu hissetmeleri ve buna göre pozisyon almaları sonucunu doğurmuştur. Sol-kemalist iktidarlar döneminde daha katı laikçi bir politika izlenirken, sağ iktidarlar, oy aldıkları muhafazakar kitlelerin isteklerini göz önüne alarak daha esnek bir politika izlemeye çalışmıştır.
Son dönemlerde Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez ismi üzerinde yapılan spekülasyonlar dikkatleri yine bu kurumun üzerine çekmiştir. Suçlamalar ve yaşanan tartışmalar Görmez’in emekli olmasıyla sonuçlandı. Mehmet Görmez döneminde atılan bazı adımlar, özellikle camilerin fonksiyonel hale getirmek için yapılan çalışmalar, medreselere önem verilmeye çalışılması gibi konular toplum nazarında Diyanetin imajı açısından olumlu çabalardı. 15 Temmuz FETÖ darbe girişiminde camilerde selaların okunması her ne kadar bazı kesimler tarafından tartışma konusu yapılsa da, toplumun genelinde olumlu puan almıştır. Mehmet Görmez’in camilere özellikle çocukları çekmeye çalışması ve bu konuda gösterdiği çabalar aslında birileri için alışılmadık bir durum olsa da, toplumda sempatiyle karşılanıyordu.
Nitekim Kutlu Doğum programları FETÖ’nün bir icadı olduğu, FETÖ lideri Gülen’in Nisan ayında doğduğu için aslında onun için bu ayda kutlandığı ve ayrıca bu kutlamaların yapılmasının bidat olduğunu iddia eden Işıkçıların televizyonu TGRT ve onlara tetikçilik yapan bir kesim, Mehmet Görmez’i hedefe koydular. İlginç olan boğazlarına kadar hurafelere dalan ve bir zamanlar Fetöcülerden bile daha Amerikancı olan bu kesimin, bidat adı altında kutlu doğum programlarına karşı çıkması, tam tiksindirici bir durumdu. Hele bunların televizyonlarında program yapan baş hurafecilerden birisinin, camiye kadınların ve çocukların gitmesini haşa camileri kerhaneye çevirdiğini söylemesi tam bir alçaklık örneğiydi! Bu güruhları kudurtan sebeplerden birisi de Görmez’in mezhepçilik konusunda ki mutedil tavrıydı. Mezheplerini kendilerine din edinen bu kesimlerin, kendileri dışında kalanları tekfir etmeleri, en aşırı tekfircileri bile kıskandıracak düzeydedir.
Bu güruhun çıkardıkları kitaplarda, Şehid Seyyid Kutup, Hasan el Benna ve Mevdudi gibi İslam dünyasında, eserleri ve mücadeleleriyle Müslüman gençliğin uyanışına vesile olan değerli alimleri mezhepsizlikle suçlayıp karalaması, aslında ABD ve batılıların hesabına yaptıkları “hizmet”ten başka bir şey değildir.
Bu gelişmelerin ardından Diyanet’in bağlı olduğu Numan Kurtulmuş'un hurafeci ve Amerikancı takımdan yana görüş belirtmesi, Görmez’i emekliliğe götüren sebeplerden gösteriliyordu. Ancak daha sonra Mehmet Görmez’in TRT’deki Kur’an okuma yarışmasını eleştirmesi, Erdoğan’ında “Birileri kendilerine göre eleştiriler getirmiş olabilir. Kulak asmaya gerek yok” diyerek bu yarışmaya destek vermesi, işin boyutunun başka olduğunu ortaya koyuyordu. Nitekim en son Erdoğan’ın Diyanet’i, FETÖ ile mücadelede yetersiz ve zayıf kalmakla suçlaması Mehmet Görmez’in aslında daha önceden gözden çıkarıldığını ortaya koyuyordu.
Diyanet ve Mehmet Görmez’in FETÖ ile mücadelede yetersiz olup olmadığını bilemiyoruz. Ancak Mehmet Görmez diğer başkanlara göre yaptıklarıyla ve yapmaya çalıştıklarıyla en azından toplum nazarında bir sempatiye sahip olduğunu biliyoruz.
Diyanet’in devletin derin odakları ve siyasi iktidarlar tarafından işlerine geldiği gibi kullanılmaya çalışıldığı malumdur. 28 Şubat döneminde Diyanet’e emekli albaylar istihdam edilerek nasıl baskı altında tutulduğu ve o dönemde bir çok imamın, suçsuz yere tek bir müfettiş raporuyla hukuksuz bir şekilde görevden atıldıklarını biliyoruz. Hem de bu insanlar İslami duyarlılık sahibi oldukları halde “İtikadı bozuk” denilerek adeta hakaret edercesine görevlerine son verilmiştir.
Dolayısıyla Diyanet, sütten çıkmış ak kaşık demiyoruz. Ancak düne kadar siyasi destek ve kadrolarından faydalanma adına, FETÖ’ye her türlü imkanı sağlayıp adeta devleti kendilerine teslim edenlerin, kalkıp ta kendilerine bağlı bir kurum olan Diyaneti ve dolayısıyla başkanını, FETÖ ile mücadelede yetersiz kalmakla suçlamaları hiç etik kaçmıyor! Örneğin o dönemde Mehmet Görmez FETÖ aleyhinde görüş serdetseydi acaba bir gün bile o makamda kalabilir miydi?