Diyarbakır’ı, diyar-ı Muhammed olarak kabul etmişsek bu civarda bir diyar-ı Taif’i de dolayısıyla kabul ediyoruz demektir. Yani taş atan/attırılan çocuklar diyarı… (Hz. Davud’un diyarı dışında eline taş alıp atmanın hiçbir yerde hiçbir zaman muteber kabul edilmediğini hatırlayarak Taif’e geri dönelim.)
Taif, aslında Beni Sad’dır. Yani sütannesi Halimeyle vardığında bereketlenen ve dolayısıyla Efendimize (SAV) akraba olan bir yurt… Ve adına, siz ister kabile, ister aşiret, isterseniz millet deyin açık bir bağın bulunduğu, dolayısıyla güven vermesi gereken, koruması kollaması gereken bir halk... Daveti reddetmekle ve akrabalarını dışlamakla kalmıyorlar. Taif’in çocuklarını kışkırtıyorlar, proveke ediyorlar ve Efendimiz (SAV) ile azatlı kölesi Zeyd’i (RA) kanlar içinde bırakana kadar taşlatıyorlar.
Resulullah, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennemden kurtarmak için gittiği Taif’ten taşlanarak geri döndüğünde Allah-u Teâla’nın gönderdiği dağlar meleği gelip dilerse Taif’i iki dağın arasında ezip taşlara boğabileceğini söyler. Ancak merhamet ve sabır Peygamberi tüm yaralarına, acılarına ve güçsüzlüğüne rağmen ‘Belki nesillerinden Allah’a kulluk eden biri çıkar!’ diyerek meleğe cevap verdi. (Buharî, Bed’ul-halk, 7; Müslim, 1795)
Ve o anda mübarek dilinden şunlar döküldü: “Allah’ım! Kuvvetsiz ve çaresiz kalmamı, insanların beni hor ve hakir görmelerini sana şikâyet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Çaresizlerin Rabb’i sensin. Benim Rabb’im sensin. Beni kime bırakıyorsun? Beni horlayacak bir yüzsüze mi? Bir düşmana mı bıraktın işimi? Eğer bana gazap etmeyeceksen ben çektiklerime katlanırım; senin af ve merhametin bana yeter. Allah’ım! Senin gazabına uğramaktan, senin o karanlıkları aydınlatan, dünya ve ahiret işlerini düzene koyan ilahi nuruna sığınırım. Sen razı oluncaya kadar rızanı dilerim. Bütün güç ve kuvvet sendedir.”
Ve kader-i İlahi, Efendimizi (SAV) aynı Taif’e sekiz yıl sonra tekrar getirdi ancak bu defa yanında ordusu ile birlikteydi. Kuşatmaya direndiler ama iki yıl sonra gelip Müslüman oldular. Dönerlerken Efendimiz(SAV), belki de taş attırılan birini, yani çocuk yaştaki Osman bin Ebu’l As’ı onlara imam olarak tayin etti.
Duların nasıl kabul edildiğini görmek için on yıl beklemek belki uzun bir süre gibi görülebilir ama hikmet aleminde her şey bir sıra iledir. Ve kaleleri fethetmekte beşeri güç, bir vasıta gibi algılanabilir, fakat kalpleri fethetmekte ilahi kudretten başka bir gücün tesiri yoktur.
Ve duygu, öfke, fırsat, acı, kahır, izzet-i nefis, akıbet, yer, zaman gibi çokca öğesi olan bir soruda tercihin yönü için ayetlerle siyerin nokta izdüşümünden -şu saniye için- anlaşılan; dua, sabır ve cehddir.
Öyle ya, dağları üzerlerine örtecek meleğe evet denilip Kahhar ismiyle yürekler mi soğutulacak.
Yoksa Efendimizin (SAV) mezkur dualarından, Üstadın tespit ettiği gibi en büyük gücü, yalnız Allah’a karşı durumunu itiraf etmekte gören ve Hakim ismine dayanan bir hikmetle mi bakılacak.
Evet, malum çözüm sürecinde, devlet cephesinden eline geçen kartları koz olarak kullanma hesabı yapan çok harfli taraf karşısında takınılan tavır elbetteki sabırdır. Ama zayıflığın, acizliğin, çaresizliğin, güçsüzlüğün ve zilletin zıddı olan bir sabır.
Çünkü bu sabır, diyar-ı Taif’in Osmanlarını, Şeyhmus’larını onlara imam yapmıştır, bundan sonra da inşaallah yapmaya devam edecektir.
Çünkü bu sabır, sahibini bir süre sonra aynı diyara farklı bir konumla getirmiştir, bunu herkes tecrübe ve itiraf etmiştir, bundan sonra da böyle olacaktır.
Çünkü bu sabır, henüz düşmedi zannedilen kalelerin kapılarını açacağı gibi kalpleri de fethedecek ve bundan sonra da çok geniş kitlelerin gönüllerine girecektir inşaallah.
Müslümanlar üzerinde provokasyonun yenisi, eskisi, yerlisi veya yabancısı hepsi zaten denenmiş ve sonuçsuz kalmıştır. Çünkü hiçbir iftira, tuzak, hile ve provakasyon, Allah’ın ayetlerini aşamamıştır.
Mesela şu ayetler:
“Sabret, sabrın ancak ALLAH’ın yardımıyladır. Onlar için üzülme ve onların provokasyonlarından endişelenme.”(Nahl 127)
“Eğer siz sabreder ve sakınırsanız, onların provokasyonları size hiç bir zarar veremez. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarını kuşatandır.”(Al-i İmran 120)