Hayat ve insanın tabiatı; değişkenleri ve birbirine zıt olan şeyleri beraber barındırır. İyi kötü, acı tatlı, varlık yokluk vb. Hataya düşme ve yanılma insanın tabiatında var olan bir şeydir. Hatasız bir insan veya insani yapı düşünülemez. Kur’an, insanın hataya düşmesi ve düşmanı karşısında aldığı bir yenilgi sonrasında bu dünyaya gönderildiğini ifade eder.
Yenilgiler acı ve hüzün verse de mutlak manada kötü değildirler. Tehlike suya düşmekte değil, sudan çıkamamaktadır. Yenilgiyi doğuran yanlış anlaşıldığında ve tövbe ile ondan dönüldüğünde ilahi af ve mağfirete neden olur. Ayrıca düşülen hatadan ders çıkarılması da hayat için son derece önemlidir. Zorluk ve acılar hayatın en iyi öğretmenleridir. Yaşayarak öğrenmenin değeri farklıdır.
Tarih boyunca İslam ümmeti belli başlı acılar ve yenilgiler yaşadı. Moğol istilası, haçlı seferleri ve Endülüs’ün kaybı ile en son Avrupa ve Batı uygarlığı karşısında hâlâ devam etmekte olan yenilgi bunların başında gelir. Kudüs ve Filistin sorununu da Batı karşısında aldığımız yenilginin bir devamı olarak değerlendirebiliriz. Aldığımız bu yenilgiler içinde en uzun süreni ve etkileri daha kapsamlı olanı şüphesiz Avrupa ve uygarlığına karşı alınan yenilgidir. Haçlı ve Moğol istilalarının maddi, askeri tehlikesi daha bariz iken, Avrupa karşısında alınan yenilginin manevi ve kültürel yönü daha belirgin ve etkin oldu. Kendine ve değerlerine güveni sarsılmış bir durum yaşandı ve devam ediyor. Kurtuluş ve saadeti kendinde, öz değerlerinde değil, düşmanın çürük değerlerinde gören sarhoş bir kafanın egemenliği hükümferma oldu. İbn-i Haldun’un ifade ettiği ‘Mağluplar galipleri taklit ederler’ kuralı işledi.
Aldığımız bu yenilginin nedenleri ve bundan nasıl kurtulacağımız konusunda da kafalar net değil. Düşmana ve uygarlığına karşı düştüğümüz kompleksten bir türlü kurtulup kendimize gelemiyoruz. Bizi biz yapan manevi değerlerimiz korunamadı. Korumak şöyle dursun yıllarca bunlardan kurtulmanın programı cebren uygulandı. Heba edilen onca zaman ve kaynağa rağmen değişen bir şeyin olmadığı ortadayken, bu yanlışın hâlâ sürdürülmesi gerektiğini düşünenlerin sayısı da az değildir.
Bu kendinden kaçma, kendine yabancılaşma marazından kurtuluşumuz ve yeniden kendimize, aslımıza dönüşümüz konusunda neler yapılması gerektiği, hastalığın teşhis ve tedavisi hakkında söylenmiş şeyler var, ama bunların henüz pratikte uygulanma şansı bulduğunu söylemek çok zor.
Her şeyden önce değerlerimizin kaynağı olan yüce kitabımızın nazil olduğu dönemde bu konuyu nasıl ele aldığına, yenilginin kaynağı ve sebepleri hakkında neler söylediğine bakmak gerekir. İslam tarihinin ilk yıllarında (Asrı saadet) Müslümanlar yenilgi ile karşılaştılar. Uhud Gazvesinin son bölümü ile Huneyn savaşının ilk başında Peygamber ve sahabeleri yenilgiyi tatmışlardır. Bazı Müslümanlara bu yenilgi zor gelmiş, sebebinin ne olduğunu sormuşlar. İnen vahyin bu soruya cevabı şöyle olmuştur:
"Bu nereden başımıza geldi?" mi diyorsunuz? De ki: "O, kendinizdendir."(Al-i İmran, 165)
Kur’an kişi ve toplumu ilgilendiren yenilgi sorununun asli sebebine işaret ediyor. Yenilmişsen seni yenmiş olan düşmana değil, kendine bakmalısın. Sorunun dışarıda değil içeride yani insanın kendisinde olduğu konusunda bakın Hz. Mevlana ne diyor:
'Dünya bir dağa benzer. İyi olsun, kötü olsun, ne söylersen onu duyarsın dağdan. Bir güzel söz söyledim, dağ çirkin cevap verdi sanırsan yanılırsın, buna imkan yok. Bülbül dağa karşı şakısın, çilesin de dağdan karga sesi gelsin; yahut insan seslensin de dağ eşek anırışıyla yankılansın; mümkün değil. Şayet eşek anırışı duyuyorsan iyice bil ki sen anırmışsın. Dilerim bu gök kubbe, daima hoş sesli kılsın seni.’
Mevlana sorunun kaynağını bu şekilde açıkladıktan sonra çözümün nerede olacağını da şöyle ifade eder 'Sen kendini dert sanmışsın, halbuki dermansın; sen kendini kilit sanmışsın halbuki anahtarsın.’