28 Şubat sürecinin ayrılmaz parçalarından birisi de iç veya dış politikaya yönelik siyasal iktidarların en küçük tasarruflarına karşı malum medyada “Adının açıklanmasını istemeyen üst düzey asker” manşetleriyle barikat oluşturulması alışkanlığıydı.
Siyasal iktidarlar geri adım atmasalardı, bu kez “ismi belli asker” manşetleri, devamında da “MGK bildirileri” gerekli olan ayarı çekerek had bildirme sanatının inceliklerini “kamuoyunun takdirine” sunarlardı.
Aslında 12 Eylül'den miras kalan bu yöntem, 28 Şubat sürecinde katmerleşirken, bu türden “balans ayarları” sonraki yıllarda bir alışkanlık olarak kurumsal bir tutuma dönüşecekti.
Asker kaynaklı bu kurumsal tutum, bazen siyasal iktidarların “yetersizlikleriyle”, bazen de askerlerin çokça hoşlandıkları “vesayetçi tutum” ile izah edilirdi. Ama her halukarda siyasal iktidarların “limoni tasarruflarda” bulunmaları karşısında MGK-asker açıklaması beklentisi içerisine girmek bir “Hürriyet” tercihi olarak kamuoyuna miras kalmıştı.
Askerin tavrı, MGK bildirileri ve bunların “satır aralarına” dalan “merkez medyanın” echelon kulaklı yazar çizerlerinin yaptıkları geniş çaplı “ilmi tefsirleri” sayesinde kimlerin hedef alınacaklarını, hangi kesimlerin şeytanlaştırılacaklarını, hangi duygu ve düşüncelerin mahkum edileceğini, hangi akımın tehlikeli sayılacağını öğrenmek hiç de zor değildi. “Asker” ile söze başlamak yeterliydi. Altını doldurmak ise gazeteci kılıklı “MGK müfessirlerinin” maharetine kalmıştı.
Bu alışkanlık, 2009'da başlayan Ergenekon operasyonlarına kadar devam etti.
Darbe planları, kaos senaryoları, dehşet iddialar düğmeye basılan Ergenekon/Balyoz vs operasyonları eşliğinde birbirini izledi. Millete ayar çeken, siyasal iktidarlara yön tayin eden askeri zevat bir bir içeri alındı. Başına buyruk açıklamalarla gündeme gelen generaller derdest edildi.
“Yeni Türkiye” için kendisine “öncü rol” biçen Gülen grubu bu dönemin yıldızı olarak parlamaya başladı. Tam bu süreçte asker kaynaklı istikamet tayin eden alışkanlıklar bıçak gibi kesildi. Bu kez “vesayet kültürü” farklı bir kulvara devredilmişti. Artık önümüzdeki süreçlerin rengini tahmin etmek için asker-MGK açıklamalarına değil, Zaman-Saman yayın grubunun “satır aralarına” dalma alışkanlığı baş göstermişti.
Kimlere komplo kurulacak, hangi kesim terörize edilecek, hangi akımlara barikatlar kurulacak gibi soruların merak edilen cevapları akşam Samanyolu bülteninin, sabah da “Türkiye'nin en çok satan gazetesinin” satır aralarında gizliydi.
Söz konusu “vesayet kültürü” olunca postal olmasa da işler yürüyebilirdi. Öyle de oldu. Pensilvanya'dan vehmedilen vesveseler, “Yeni Türkiye'nin” en çok izlenen/okunan yeni medya mecraları vasıtasıyla kamuoyuna pompalanıyor, öngörüler artık postal sesinden değil, kalem-kelam erbabının dilinden-kaleminden anlaşılıyordu.
Türkiye siyasi hayatının alışkın olmadığı mecralarla yeni bir “vesayet” kültürü oluşuyordu. Yeni vesayet tesisinde “asker-MGK” gibi unsurlar fonksoniyel olmadığı için de yapılan her iş “sivilleşme” olarak anlaşılıyordu. “Sivilleşme” adı altında yeni “vesayet” düzeninin önünde engel kabul edilen her kes, her kesim Ergenekon denen sepete koyulup şutlanıyordu. Görülen kimi tuhaf uygulamalar, hukuksuz icraatlar, keyfi tasarruflar dile getirildi mi dönemin “Mızıka korosu” hemen devreye girip “Ergenekon'un son manevrası, darbe özlemciliği, darbecileri kurtarmaya çalışıyor, eski Türkiye özlemi” gibi kataloglaştırılan suç unsurları sağanak propagandası gibi halkın üzerine yağıyordu.
Nitekim “sivil görünümlü vesayet” özleminin de tıpkı asker görünümlüsü kadar tiksindirici olduğunu yıllar sonra ancak anlayabildik. Vesayet hastalarının hastalıkları depreştiğinde illa ki “şapka” değil, bazen “külah” da takabileceklerini öğrenmiş olduk, geç de olsa.
Ama şunu net olarak öğrendik;
Artık vesayet arzularının asker tavrıyla ortaya konulma alışkanlığının geride kaldığını, bundan sonraki süreçlerde de bu tür berbat arzuların yine sivil görünümlü unsurlarca dile getirildiğini – getirileceğini gördük, görmeye de devam ediyoruz.
Sivil görünümlü vesayet arzusunu FETO başlattı. Üstelik Ergenekon'un / Ulusalcıların kemiklerinin üstüne basa basa bunu yaptı, yükseldi, palazlandı. Ancak o özlem akim kaldı, başarılamadı.
Bu arzuyu şu anda ise FETO'nun kemiklerinin üstüne basarak yükselmeye çalışan Ulusalcı kesim gerçekleştirmeye çalışıyor. FETO'nun saplantı haline getirdiği ve kendisinden olmayan herkesi Ergenekoncu ilan edip tasfiye ettiği taktiğin neredeyse aynısını şu anda yeniden palazlanan Ulusalcı akımın yapmaya çalıştığı iddia ediliyor.
Vahim iddialara göre askeri, sivil, güvenlik bürokrasisinde dindar olan insanlar FETO'cu ilan edilerek tasfiye edilmeye çalışılıyor.
Sadece bu da değil. Palazlanan ulusalcı akımın medyası ve marjinal partisinin açıklamaları ve siyasal iktidarın bir takım icraatlarına verilen tepkiler, tıpkı 28 Şubat generallerinin ağzından çıkan cümleleri hatırlatıyor. Asker konuşmuyor, siyasal alanla ilgili hiçbir açıklamasına rastlanmıyor. Oysa İmam-Hatip okulları mevzularından tutun yeni müfredata kadar, okullarda mescit meselesi, evrim teorisi, Kur'an kursları, başörtüsü, keyfiliği tartışılan kimi yargı kararları, Atatürk, laiklik gibi konularda bahse konu marjinal ulusalcı akım öyle iddialı laflar ediyor ki, kullanılan üslup kelimenin tam anlamıyla 28 Şubat döneminden aşırma cümleler şeklinde karşımıza çıkıyor.
Bürokraside oluşan yeni denklemden hareketle, adamlar resmen He-Man'a özenip “Güç bende!” naraları atıyor.
Asker konuşmuyor, ama adamlar alenen asker ağzı ile konuşuyor.
Hatta iddialı bir şey söyleyeyim; önümüzdeki süreçte siyasal hayatımızın neleri beklediğini tahmin etmek için en iyi kaynak olarak bu kesimi temsil edenlerin ağzından dökülenleri, medyalarında yer alan haber yorumları takip etmek, “satır aralarına” bakmak giderek önem kazanmaya başlıyor.
Artık geleceği koklamak için MGK bildirileri yok… 28 Şubat'ın şom ağızları yok…
Zaman-Saman medyası da yok!
Doğu'ya bakarsanız, önünüz “Aydınlık!”