Ümmetin hatta insanlık tarihinin en etkili handikaplarından biridir gevşeklik ve yılgınlık. Buna binaen, zaaflarımızı en iyi bilen Rabbimiz, Kur'an'da birçok defa bu mevzuya işaret edip, bizleri bir nevi motive etme lütfunda bulunmuştur.
Adem (as)'den bugüne, muvahhidlerin hep zor dönemlerden geçmek durumunda kaldıkları, tebliğ-i tevhid uğruna nice eziyetlere göğüs gerdikleri hepimizin malumu. Tabii ki bizler Kur'an ve sünnetten aldığımız derslerle tüm bunları eziyet değil de, imtihan olarak addediyoruz. Nitekim Allah (cc) Nuh aleyhisselam ve ona tabi olanların kıssasını bildirdikten sonra, “şüphesiz bunda birçok ibret alınacak birçok dersler vardır. Doğrusu biz imtihan etmekteyiz” buyurmaktadır.
İşte bu ve bu manayı ihtiva eden diğer ayetler, hayatımızın tümünün bir sınavdan ibaret olduğuna işaret eder. Bunu zaten dil ile o kadar sık telaffuz ederiz ki, halk arasında karşılaşılan herhangi bir musibette, “ne yapalım, imtihan dünyası işte...” gibi ifadeler kullanmak artık adetten olmuştur. Ancak anlatmakla anlamak, söylemekle özümsemek aynı şey midir? Tabi tutulduğumuz imtihanın türü ne olursa olsun, sabırla mukavemet göstermek ve sonrasında da “bir ölür bin diriliriz” ilkesi şiarımız haline gelebilmiş midir?
İslam'ın yayılmaya başladığı ilk çağlarda davet ve Kur'an-ı hakim kılma çabası, Mü'minler için artık bir yaşam tarzı haline gelmişti. Örneğin bir tüccar, ticaret için gittiği bir ülkede öncelikli hedefini davet üzerine kurmuş, rızkını kazanma gerekliliğini bunun için belki bir araç olarak kullanmaya başlamıştı. O dönemlerde hiçbir kurum-kuruluş, topluluk bu Mü'minlere zorlayıcı görevler yüklemediği halde, her bir mü'min kendisini “sürüdeki çoban” olarak görüp, yine aynı düşünceyle çaba sarfetmiştir. Bu yüzden henüz islam ordularının ulaşamadığı yerlerde bu din yayılmış ve taraftar bulmuştu. Maruz kalınan eziyetlere rağmen bu neyin mahsuludur? Direniş ve dirilişin mi yoksa, 'ama'larla 'fakat'larla dolu bir gevşeklik kültürünün mü?
Geçmişten günümüze gelirsek, o diri ruhlarla kendimizi kıyas etme noktasında, çok ince hesaplara girmemiz gerekmektedir. Sünnetullah gereği yaşadığımız musibetler sonrasında ruh ve zihin diriliğini kaçımız muhafaza edebiliyoruz? Gerçek iman kalelerinin varlığı ile beraber, bırakalım emr-i bil maruf nehy-i anilmünkeri, birkaç sayfa kitap okumayı bile çoğumuzun tavsiyelerle gerçekleştirdiği bu tür durumlarla ortaya çıkmıyor mu? Bunun nefsimiz adına ne kadar büyük bir eksiklik olduğunu anlamaya çalışmalıyız. Bir müslüman, teşvik edilmeden ya da daha basit bir tabirle dürtülmeden kendi vazifesini tayin edemiyor, tayin edilmişse bile edindiği “gevşeklik kültürü” sayesinde, yücelerden gelecek bir yardımın vuku bulacağı vakte te'hir ediyorsa bu onun için ciddi bir nefis muhasebesi gerektirir.
Acaba iyi bir muhasebeci miyiz? Hele bir de bu gevşemeyi “ama ihtiyacım var” sözleri süslüyorsa ciddi bir hastalığın pençesindeyiz demektir. Hem öyle bir hastalık ki, uygun şart ve zamanı bulduğu yerde yeniden tezahür eder. İşte bu gel-gitler bizi davasına fayda sağlayandan çok zarar veren durumuna düşürür. Çünkü bizim üzerimizden yapılan hesapları alt-üst etmeye başlarız. Gevşeklik ve yılgınlık bizi içsel bir yıpranma ve aşağılık kompleksine götürür. Sonrasında ise bu aşağılık kompleksinden sıyrılmanın yolunu, başkalarını suçlamakta kendimizden başka herkesi suçlu olarak görmekte vaktiyle içtiğimiz suyun bile ayrı gitmediği kardeşlerimizden uzak durmakta buluruz. Fakat gün olur, girişteki ayette zikredilen “işte böyle, biz günleri insanlar arasında dönüp dolaştırırız,” vaadi vuku bulup sevinme sırası mü'minlere gelince, İslam ümmetine dair ciddiyet hislerimiz kendini yeniliyorsa işte burada yapılması gereken nefse atılacak iki tokattır. Bu noktada, herbirimiz nefislerimizi samimi bir şekilde tahlil etmeli, bu gevşekliğin nedenlerini bir bir ortaya dökmeli ve öncelikle bunun şahsımız adına bir zaaf olduğunu kabul etmeliyiz. Akabinde dua, zikir, teheccüd ve nafile oruç gibi ibadetlerle hakimler hakimine iltica edip, yapacağımız nasuh bir tevbe ile tedaviye yönelmeliyiz. Aksi taktirde uhrevi hayatımızın tehlikeye düşme ihtimali vardır. manada kaybedenlerden olmamız işten bile değildir.
Allah (cc) ayaklarımızı sırat-ı müstakimde sabit kılsın...
İnzar Dergisi