Ceza kanunlarında düşüncenin suç olmaktan çıkartılması bu yargı paketi ile yeni bir ivme kazanacaktır. Anladığımız kadarı ile şiddeti teşvik etmediği sürece hiçbir düşünce ve ifade suç sayılmayacaktır.
Ancak uygulama nasıl olur bilmiyoruz. Uygulamada daha önce de sivil toplum kuruluşlarının faaliyetleri serbest kabul edilmişti. Ancak ceza vermek istedikleri STK faaliyetlerine “örgütsel” kelimesi ekleyerek suç saydılar ve cezalandırdılar. Bu bakımdan değişiklikler yeteri kadar umut verici değildir. Son derece masum bir düşünceyi de şiddetle irtibatlandırmaları bizi şaşırtmamalıdır. Buna rağmen düşünce lehine yapılan düzenlemelerden azami derecede yararlanmak gerekir. Müslümanların, taleplerini düşünce hürriyeti çerçevesinde daha yüksek sesle dile getirmeleri elzemdir. Ceza kanunlarındaki bu iyileştirmelere rağmen hala 163. Madde yürürlükteymiş gibi davranmak yanlış olur. Gerçi 163. Madde yürürlükteyken bu talepler daha çok gündemdeydi, fakat bu da ayrı bir bahis.
Müslümanlar bundan sonra her zaman ve zeminde Anayasa ve diğer yasaların kaynağını İslam’dan almaları gerektiğini daha yüksek sesle dile getirmelidirler. Mesela “ hukuk seçme” hakkının en tabii haklarımızdan olduğu, Müslümanın gayr-ı müslimlerin hukukuna tabi olmasının en büyük zulüm olduğu çekinmeden dile getirilmelidir.
İnsanlara, dinlerini tercih etme özgürlükleri tanındığı halde yasa metinleri ile bu özgürlükleri kullanmalarında kısıtlamalara gitmek, ya da mer’i hukuka muhalif kısımlarının budanması bu hak ve özgürlükleri yok eder. Halkımız büyük ekseriyetle İslâm’ı din olarak tercih ettiğine göre dinimizin bölünmez bir parçası olan İslam Hukuku’nu da tabiatıyla tercih etmiştir.
İç hukukun bir parçası olan “Devletler Hususi Hukukunun” en temel kaidesi “hükme bağlanacak bir konuda” KİŞİNİN EN SIKI BAĞLANTI HALİNDE OLDUĞU HUKUK NİZAMININ TATBİK EDİLMESİ GEREKTİĞİNİ emreder. Çünkü hakkaniyete en uygun çözüm budur. Müslümanların İsviçre Medeni Hukuku’na veya İtalyan Ceza Hukuku’na İslam Hukuku’ndan daha sıkı bağlı oldukları iddia edilemez. Bu iddia bir safsatadan ibaret kalır. Örneğin iki israillinin hukuki ihtilafını çözmek isteyen Türk hâkimi DHH’nin gereği olarak olaya israil yani Yahudi Hukuku’nu uygulamak zorundadır. Ama iki Müslüman arasındaki ihtilafa İslam Hukuku’nun tatbiki kesinlikle yasaktır. Bu durum evrensel hukuk kaidelerine uygun bir çözüm olarak kabul edilemez.
DHH’nin diğer bir adı da “kanunlar ihtilafı”dır. İslam Hukuk’u ile yürürlükteki hukukun çok ciddi ihtilafları vardır. Örneğin İslam Hukuku’nda nikâhın şartlarından biri de “iman”dır. Yani gayr-i müslim bir erkeğin Müslüman bir kadınla nikâhı kıyılamaz. Yine bunun doğal bir sonucu olarak Müslüman çiftten birinin İslam’dan çıkması halinde evlilik kendiliğinden fesih olur. Feshe rağmen devam eden bir ilişki varsa “zina cezası” ilzam eder oysa iç hukuk bunu bir fesih nedeni saymadığı gibi bu nedenle yapılacak bir boşanma başvurusunu da kanundaki şartlardan biri gerçekleşmediğinden reddedecektir. Yani bir bakıma İslam Hukuku’na göre zinanın devamına karar verecektir. Buna mukabil MK’nın resmi nikâh şartını yerine getirmeden dinin bütün şartlarına uygun nikâh kıydıran bir çiftin evliliğini de MK tanımamakta, evliliği nikâhsız kabul ettiğinden doğacak çocuğu evlilik dışı ilişkiden doğmuş, nesebi gayr-ı sahih olarak nitelemektedir.
Bazen bu hukuk nizamlarının ihtilafı çatışmaya kadar gider ve insanları adeta bir cendere arasına sıkıştırır gibi hayatını çekilmez hale getirebilir. Örneğin yayınlanan kıyafet yönetmelik ve genelgeleri hukukun bir parçasıdır. Bu genelgeler bazen İslam Hukuku’nun anayasal değerde ciddi kaidelerini hiçe sayabiliyor. Müslüman ya genelgeye uyarak başörtüsünü çıkartarak yaratıcısına karşı gelmenin manevi baskısı altında ahirette inandığı cehennem azabını kabul edecek ya da işini gücünü kaybederek hayatını cehenneme çevirecektir.
Sonuç olarak deriz ki insanlara cehennemlerden cehennem beğendirmek insan haklarıyla, çağdaşlıkla, uygarlıkla, evrensel ve doğal hukuk kurallarıyla bağdaştırılamaz. Bu gerçekleri görmemek veya görmezden gelmek de güneşi balçıkla sıvamaktır.