“Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur.” (Şuara 80)
Arada sevindiren ve üzen başka gelişmeler olsa da aylardır memleketin ve dünyanın asıl gündemi malum salgından başkası değil. Kaygı ve ümidin sıklıkla yer değiştirdiği, tedbirle temkinin sahada yorulduğu, metanetle yılgınlığın birbirini kovaladığı tuhaf bir zaman dilimindeyiz.
Devletler, ‘hasta yolcular yüzünden otobüsü durduramam’ diyen kaptan modundalar. Halklar ise reflekslerinin ayarlarını düzeltmeye çalışarak ‘panik yapmıyorum’ mesajı veriyor. Tabi adresi belli olmayan öfkeler, limanı meçhul korkular, ana fikri düşmüş muhabbet tesbihleri gibi tane tane dağılmış vaziyette..
Ve işin bir de kelâmi tarafı var. Siz ‘dua’ dedikçe ‘tek yol aşı’ diye höyküren, ‘ya Şafi’ dedikçe ‘bilim’ diye köpüren temerrüdî kasırganın döktüğü yaprakları kendinden görmemeye kararlı bir tuhaf rahatlıktan sonra zayıflamış maneviyat için bol tenkitli karamsarlık edebiyatı yapan ustaların sayısı hayli artacak gibi gözüküyor.
Varlığı ve birliğine iman zayıflayıp sathileştikçe, önce Allah-ü Teala’nın iradesinin mutlak olduğu hakikati, ardından da irade sahibi olduğu gerçeği adeta işletim sisteminden siliniyor. Ve ‘Müslümanım’ deme seviyesi dışında aidiyetiyle ilgili bir sorumluluğun altına girmek istemeyen yığınlarda rol çalar gibi efendisine tahakküm etmeye çalışan kölenin hazin hamâkatine benzer bir ‘hebenneka sendromu’ gelişiyor.
Ahirete imanı; fantastik bir kabulün, kulüp taraftarlığı kıvamında bir eğilimin ve öylesine uymayı gerektiren bir kendilik olgusunun ötesine geçirmemekte diretenler, hayatı, şu fersah fersah ifratla daldıkları minicik dünya kabına sığdırmaya çalışırken elbette takatten düşeceklerdir.
Bediüzzaman’ın dediği gibi tevhid, haşir, adalet ve nübüvvet olarak Kur’an’ın dört esasından biri madem ki ahirettir. O zaman, "Ne varsa dünya hayatımızdır, başka bir şey yoktur. Ölürüz, yaşarız. Bizi zamandan başkası helak etmiyor." (Casiye 24) diyenlerin her devirde seslerinin gür çıkacağını unutmadan “ancak Müslümanlar olarak ölün” (Âl-i İmran 102) emrine hiç durmadan, üşenmeden, elenmeden, eğilmeden azı dişlerimizle sarılmaktan başka hiçbir yol, seçenek, çıkış, alternatif yahut mantıklı bir şık yoktur, olamaz. Aksini düşünenin yaşadığı hayat zaten esasında cehennemdir de kendini kandırmayı ömür zannetmektedirler.
Emrindeki askerlerin nicesi şehid olduktan sonra Hicretin 18. yılında müjdelendiği cennete giderken üzerinden geçeceği köprü hükmündeki salgın hastalığa yakalanan ‘Ümmetin Emîni’ Ebu Ubeyde b. Cerrah(ra) gibileri ile tüketmekten başka bir değeri olmayanların ağrısız başlarla yaşlanmasını mukayese etmek ne kadar çirkindir.
“Eğer benim için hayat daha hayırlı ise beni sağ bırak. Yok eğer, ölümüm daha hayırlıysa canımı sen al.” (Buhari, 7/10) diyen rahmetin geçtiği kıyıyı navigasyona yazıp da sonra zaman zaman onun gösterdiği güzergaha güvenmeyip kendi bildiği yolda oyalanan ukalâ nefse manevî lezzet dersini ezberletirken pişen erler için asıl düğün gecesi ölüm meleğinin gelişidir eyvallah lakin biz de aynı tarladayız. Aynı navigasyonu kullanıyoruz, aynı kıyıyı yazıyoruz.
Hamlığımız uzun sürüyor, pişmemiz bitmek bilmiyorsa o halde bir salavat daha çekilecek demektir: “Allah’ım, “Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler” (Zümer 30) buyurup, ateşli bir hastalığın neticesinde katına aldığın Habibin Hz. Muhammed Mustafa’ya salat ve selam eyle ve bu salavatlar hürmetine Resulü’nün(sav) tavsiye ettiği gibi Senden sıhhat ve afiyet diliyoruz, hakkımızda yaşamın ve ölümün en hayırlısını takdir eyle.” Amin.
Gitsek de kalsak da, alsa da bıraksa da, az bir mühlet daha verse de vermese de el, dil, kalp, göz, ve şuurun bütünüyle niyaz, ama daima..