Korona salgını, sokağa çıkma yasakları, karantina süreci derken, 1 Haziran'dan itibaren kontrollü normal hayata geçtik. Öncesinde, bunca zor zamanın akabinde insanların, dünya hayatına karşı hırsları azalır, en azından nefsi anlamda daha olgun bir seviyeye gelirler diye, çoğumuz umut besledik.
Dünyanın her yerinden, “Kula bela gelmez Hak yazmadıkça, Hak bela yazmaz kul azmadıkça” sözünü desteklercesine, fikirler görüşler beyan ediliyordu. Fakat ne olduysa oldu. Dünya korona virüsü tam anlamıyla yenemeden, insanoğlunun dünya sevgisi ve tutkusu korona korkusunu yendi.
Hele Ülkemizde, Temmuz ayının başından itibaren düğün törenleri konusundaki yasakların kalkmasıyla beraber, sanki insanların aylardır bastırdığı duygularda adeta patlama yaşandı.
Bilhassa, keşke hiç öğrenilmeseymiş, bilinmeseymiş diyeceğimiz, özenti sarmalıyla ilmek ilmek düğümlenmiş bir takım duygularda...
“Bilmemek ayıp değil, asıl öğrenmemek ayıp” sözünü, “Bilmek de ayıp, öğrenmek de ayıp” olarak değiştirip söyletecek kadar yaralayan, öğrenilmiş duygularda...
Elbette her öğrenilmiş duygu kötüdür demiyoruz. Kastettiğimiz, kişiyi özünden koparacak kadar özentiye, aidiyetini unutturacak kadar acziyete, gözlerini perdeleyecek kadar gaflete sevk eden öğrenilmiş duygulardır.
Bilhassa son yıllarda, düğünlerimize damgasını vuran konsept bu!
En üzücü olan ise, bunca musibet, ölüm ve zor günden sonra, toplumun genelinde ve bilhassa inançlarını yaşamlarının her alanında hakim kılmaya çalışan insanlar arasında da bu konseptin(!) halâ tercih edilmesi.
Bunun sonucunda evlilik ve düğünlerde, Allah'ın (c.c) emri, Peygamber'in (s.a.v) sünneti bir tarafa bırakılıp, çoğunluğun yaptığı fiiller tercih edilebiliyor. Başta israf olmak üzere, birçok günah rahatlıkla işlenebiliyor. Mahremiyet konusunda ise tavizlerin ardı arkası kesilmiyor.
Bir kızımız bileziklerini 40’ar gramdan taktıysa, en az onlarcası aynını yapıyor, kına gecesinde kaç çeşit elbise giydiyse, öteki kızlarımız da ne hikmetse(!) aynılarından giymeyi isteyiveriyor...
Biri kuaförde ne çeşit makyaj yapıp, nasıl fotoğraflar çekip, nasıl pozlar vermişse, çoğu kızımızın da içinden birebir aynısını yapmak geliyor nedense...
Damat adayları için de durum farksız değil. Nasıl oluyorsa, zevkler renkler birbirini tutuyor(!) Aynı smokin, aynı papyon-kravat, aynı ayakkabı, aynı tıraş, aynı yüz ifadesi ve duruş...
Ailelerde de iş değişmiyor. Tutulan düğün salonları, verilen yemekler, organizasyonun genelinde kıstas, diğer düğünler. Hâl böyle olunca, israf, riya-gösteriş, gurur, soğuk davranışlar, düğünlerde halayın başını çekiyor.
Ev dizme ve çeyiz konusu da nasibini alıyor elbette. Mobilyalarda, mutfak eşyalarında ve tüm çeyiz işinde gereksiz bir sürü israf ve gösteriş devreye giriyor.
Hem kız tarafı, hem erkek tarafı maddi manevi yıpranıyor. Yeri geliyor gönüller kırılıyor. Maksadını aşan sözler havada uçuşuyor. Fakat finalde, nişan ve düğünlerin vazgeçilmezi, o meşhur süslü masanın etrafında, mecburen mutlu aile tablosu pozu veriliyor.
Neden mi? Çünkü çoğunluk böyle yapıyor...
Tüm bu sorgulanmaya muhtaç, öğrenilmiş duygular, asil duyguları dumura uğratıyor. Oysa inandığı dinin tüm ilkelerinin, hayatının her alanına karışmasını kabul eden muvahhid bir Müslüman. Şekerin, çayın her zerresine karıştığı gibi, çoğunluğun her yaptığını yapmayı kendine layık görmemelidir. Hayır demeyi bilmelidir; çoğunluğun olmazsa olmaz dediği birçok şeye! Hayır bazen, hayrın ta kendisidir.
Çünkü, la demeden, illallah hakim olmaz düğünlerimize.
Eğer iman ediyorsak, bizim her konuda olduğu gibi düğünlerimizde de farkımız olmalı mutlaka. Bu merasimlerimizde de sınandığımız gerçeğini unutmamalıyız. Bir an bile nefsi davranmaktan Rabbimize sığınmalıyız. Biz, kapitalist ve seküler sistemin figüranları değil, İslam'a teslim olmuş, Müslümanlarız elhamdülillah...
Bu nedenle, sözlerimizin-nişanlarımızın ve düğünlerimizin konseptini, özenti kültürünün öğrenilmiş duyguları değil, inancımızın, edep, vakar ve kanaatle süslenmiş duyguları şekillendirmelidir.
Helâl dairesi, keyfe kâfidir...