Bazı toplantı ve programlara katılmak için geçen haftayı İstanbul’da geçirdim.
Yirmi yıldır çeşitli vesilelerle sık sık uğradığım bu şehrin yaşadığı değişimi bir kez daha gözlemleme fırsatı buldum.
Kalkınma anlamında meydana gelen değişim ve gelişimin ihtişamı karşısında şapka çıkarmamak mümkün değil.
Cumhuriyetle birlikte oluşan Kemalist-laik, elit zümrenin pahalı zevklerine hitap eden şehrin kimi en gözde mekânlarının, AK Partili belediyeler eliyle “Orta Sınıf” diye tabir edilen dindar/ muhafazakâr geniş halk katmanlarının hizmetine tahsis edilmiş olması, en önemli gözlemim oldu diyebilirim.
Yirmili yaşlardayken yaz aylarında harçlık biriktirmek için çalıştığım İstanbul’da, adını duyduğum ancak yanından dahi geçemediğim bu mekânların orta, hatta düşük gelir gruplarına da açılmış olması elbette sevindiricidir.
Ne var ki bu husus, bu kadim şehrin manevi siluetini bozan “Füccar”a karşı etkin bir şekilde mücadele etmesi gereken “Ebrar”ın, dünyevileşmesine sebebiyet verecek ciddi bir tehlikeyi de bünyesinde barındırıyor.
Merhum Şeriati, Mısır piramitlerini görünce bunların karşısında büyülendiğini ifade eder. Ancak yüzlerce ton ağırlığındaki taş ve kaya parçalarının on millerce uzaktan binlerce kölenin cılız ve zayıf omuzlarında getirildiğini ve binlercesinin yolda öldüğünü, yine bir o kadarının cesedinin de piramitlerin harcına karıştığını öğrenince Şeriati’deki hayranlık yerini hüzne, muhabbetse yerini hiddete bırakır.
Türkiye’nin beyni ve kalbi mesabesindeki İstanbul’un maddi çehresindeki değişime paralel bir gelişme kat etmeyen manevi atmosfer, beraberinde tüketime endekslenmiş milyonlarca insanın manen ölümünü getiriyor maalesef.
Dört darbenin dördüncüsü olan ve Müslümanları ehlileştirip evcilleştiren 28 Şubat post-modernizmi, üzülerek belirteyim ki en koyu sistem muhalifini dahi kendisine benzeterek etkisizleştirmiş.
Tam anlamıyla “Düşüncede İslamcı, pratik hayatta ise seküler” bir çoğunluk ortaya çıkarmış.
Dindarlıkla muhafazakârlığın dahi birbirinden ayırt edilmediği böyle bir vasatta, “dindar bir aristokrat sınıf” kendiliğinden oluşmuş durumda.
Şeytanın dört temel silahı olan “içki, fuhuş, faiz ve kumar”ın dindar toplum hayatıyla iç içe geçmiş on binlerce kurumu, artık kanıksanmış durumda.
Batılı delegasyon, 80-90 yıllık toplum mühendisliği projelerini bir kenara koymuş, artık “denetleme” görevini icra ediyor.
Küresel şeytani güçlerce Mısır’da gerçekleştirilen darbenin Gezi sürecindeki Türkiye’de neden gerçekleştirilmediğini sorgulayanlar, Mısır toplumunun sosyal dokusunun henüz denetlenme aşamasında değil, proje aşamasında olduğuna odaklanmak zorundadırlar.
Mursi’yi açıktan bir darbe ile deviren uluslararası sistemin, Mursi’ye açık destek veren AK Parti hükümetine konvansiyonel müdahalelerde bulunmamasına, bir de bu gözle bakmalıdırlar.
İnanç, fikir özgürlüğü ile kişisel ve ekonomik özgürlüğü, tekmil günahlara ve haramlara sonuna kadar saplanma olarak mütalaa eden kapitalizmin içki, fuhuş, kumar ve faiz ayaklarına on küsur yıldır hükümet eliyle hiç karışılmamış olması elbette tesadüf değildir.
AK Parti hükümetinin bunları yapmak istemediği için karışmadığı şeklindeki niyet okuyuculuğunu bir kenara bırakarak, vakayı sonuçlarıyla birlikte değerlendirmek gerekiyor.
Bu konudaki sorumluluğun büyük kısmı icra makamında olması münasebeti ile AK Parti’ de olmakla birlikte, bu görevin sadece AK Parti’ye ait olduğunu söylemek hakkaniyete uymaz.
“Kul olma bilinci” ile hareket eden; ahreti dünyadan üstün tutan, dünya sevgisinin her türlü hatanın başı olduğunu bilen, Rızay-ı Bari ve Cenneti asıl hedef olarak belirleyen herkesin ve her kesimin bu konuda ciddi sorumlulukları olduğunu bilmek zorundayız.
“Ey Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi Hak’tan saptırma ve bize kendi katından ihsan eyle. Şüphesiz sen bol ihsan sahibisin.”(Al-i İmran,8)