Eğitim alanında yapılan yeniliklere rağmen 1930’lu yılların “Eğitim amaç ve hedefleri” olduğu gibi duruyor. Bu yönde bir yeniliğe gidilmezse her değişim “kaçak bir ekleme” hükmünde kalır.
Eğitim sistemi, savunma sistemi ile kıyaslanır. İkisinden birinin çökmesi, toplumun varlığını tehdit altında hissetmesine yol açar.
Ama en büyük tehdit güvenlik için oluşturulan araçların, güvenliğini sağlamakla görevli olduğu toplumu hedefe koymasıdır. Bu tutumda bir tuzak söz konusudur. Toplum söz konusu aracın kendi güvenliğini sağlamak için var olduğunu düşünerek hiçbir savunma mekanizması oluşturmadan ona güven içinde yaklaşır ve ondan gelen darbelerle can verir.
Ulus devletlerin savunma sistemleri, o devletlerde yaşayan toplumları korumak için değil; onları fiziki ve kültürel işgal güçleri karşısında “uslu çocuklar” tutmak için oluşturulmuş.
Bu felaket ulus devletlerin eğitim sistemi için de birebir geçerlidir. Ulus devletler, eğitim sistemini toplumu modern uygarlığın taklitçisi yaparak tek tipleştirmek için bir silah olarak kullanıyorlar.
Toplumsal kökleri olmayan ulus devletler, bütün yapılarıyla askerî bir mantık içinde teşkilatlanmış. Bu devletler, güvenlik güçlerini, toplumu fiziki olarak bağlayacak; “eğitim güçlerini” ise toplumu zihnen bağlayacak bir araç olarak görür. Güvenlik güçlerinden ne bekliyorsa “eğitim güçlerinden” onu beklerler.
BU EĞİTİM BİZE AİT DEĞİL
Modern eğitim sistemi, bizim inanç, düşünce, ahlâk güvenliğimizi sağlamak üzere programlanmamış. Aksine inanç, düşünce ve ahlâkımızı imha edip onun yerine yüzyıllar boyu kendisiyle savaştığımız bir inanç, düşünce ahlâk sistemi yerleştirmek üzere programlanmış.
Eğitim sistemi, insan yetiştirme aracıdır; toplumların ihtiyaç duyduğu insan tipini yetiştirecek şekilde geliştirilir.
Modern eğitim sistemi, bir İslam toplumunun ihtiyaç duyduğu insanı yetiştirmek için değil; İslam’a karşı savaşacak bir insan tipini yetiştirmek üzere dizayn edilmiş. Ona yüklenen görev, bizi daha iyi bir İslam toplumu yapmak değil; bizi bir İslam toplumu olmaktan çıkarmaktır.
Bir eğitim sistemi şu unsurlardan oluşur:
1.Amaç ve hedefler ve o doğrultuda geliştirilen program
2.Eğitim yönetimi (idareciler-eğitim bürokrasisi)
3.Mekân
4.Araç ve gereçler
5.Öğrenciler
İlk dört unsur, öğrenci unsurunu şekillendirmek üzere bir araya getirilir. Bizim çocuğumuz olan öğrenci, hedeftir; diğerleri o hedefe yönelmiş birer araçtır. O araçlar, çocuğumuzu ya dilediğimiz gibi şekillendirecek ya da onu özünden koparacak, onu ruhuna yabancılaştıracak, toplumuna yabancılaştıracak; bir İslam toplumu ferdinden başka bir fert yapacak inancımıza, düşüncemize, medeniyetimize, ahlâkımıza düşman edecektir.
Eğitim sistemi, bir tür fabrikadır; ya zehir üretir ya şeker, tehlikeli olan onun şeker vadiyle, şeker reklamıyla zehir üretmesidir.
Modern eğitim ne ürettiğini anlamak için Edward Said’in şu tespitine dikkat etmekte yarar var:
Yeni sömürgecilik olarak tanımlanan emperyalizmin eğittiği insandan üç beklentisi var:
- Emperyalizmin gönüllü kölesi ve yerli muhbiri olmak
- Geçmişin geleceğe hükmetmesine izin vermemek
- Eski benliği ararken yeni bir benlik geliştirmek
Özetle aldığımız, bu maddelerden ilki modern eğitimin hedefini açıklarken diğer ikisi, bu eğitimden geçmiş insan tipinin özelliklerini açıklıyor. O insan tipi, İslam’a ait her şeyi “geçmiş” diye dışlar. Onun, toplumun geleceği üzerinde etkili olmasına asla izin vermez. O insan tipi, sözde geçmişini (İslam öncesi ırkî uygarlığını) arar ama kendisini modern Batı uygarlığının içinde bulur ve o uygarlığın gönüllü bir çalışanı hâline gelir.
Bu ahlâksız tuzağın boyutları, Hıristiyan bir adamı (Edward Said’i) dahi rahatsız edecek bir sinsiliğe ulaşmıştır.
RESMİ EĞİTİMİN DEĞİŞİM HİKÂYESİ
Bugünkü resmi eğitim sistemi, yüz kırk beş yıl öncesine kadar İslami kökler üzerine bina edilmiş, bir Osmanlı yapısıydı. Eğitim sistemi o tarihte (1867) Padişah Abdülaziz’in emriyle Fransızlara teslim edildi. Eğitim programlarını, o tarihten sonra önce Fransızlar sonra Fransızlaşmış adamlar düzenlediler.
Fransa, o dönemde İngiltere ile birlikte İslam dünyasının en büyük iki işgalcisinden biriydi. İslam dünyasını işgal etmek için proje üzerine proje geliştiren o günün Fransızları acaba İslam dünyasında nasıl bir insan tipi isterlerdi? İslam toplumunun geleceğini güven altına alan bir insan tipi mi; İslam topraklarını işgalci güçlere peşkeş çekecek bir insan tipi mi?
Her eğitimci bir mühendistir. Fransız devletinin emriyle çalışan bir Fransız mühendisin Batı işgalini zorlaştıracak projeler geliştirmesi beklenebilir mi?
Her eğitimci, bir inanç, bir düşünce, bir medeniyet, bir ahlâk için insan yetiştirir. Osmanlı eğitiminin başına getirilen Fransız eğitimciler de emperyalist amaç, düşünce, medeniyet ve ahlâk için insan yetiştirdiler.
Onların resmiyette buralardan giderken ardlarında bıraktıkları kişilerin ufkunu şu vaka gayet iyi açıklamaktadır:
“1885’te liselerin (idadilerin) mimarisi için proje araştırması yapılıyor. Neticede lise (idadi) binalarının milli mimariye uygun yapılması arzu edilmişse de planlarını yapacak kabiliyetli mimarların yokluğu ve hal-ı hazır Osmanlı mimarisinin de milli olmaktan çok uzak olduğu mülahazasıyla bundan vazgeçilmiş. Bunun üzerine, okul resim ve planları Paris’ten getirilerek vilayetlere gönderilmiş ve liseler (idadiler) Fransız okulları tarzında inşa edilmiştir.” (1)
Eğitimin başındaki insanlar, bu kadar basitti. O basit insanlar, İslam toplumundan korktuklarından o günlerde resmi anlamda eğitimin amaç ve hedeflerine dokunmadılar. Eğitimin amaç ve hedef yapısını yerinde tutup askerî okullardan başlayarak o yapıya aşama aşama modern yamalar yaptılar. 1920’lere gelindiğinde o yamalar o kadar çoğaldı ki eğitim sisteminde İslami öz, ders olarak görünse de, ürettiği insan tipinde neredeyse görünmez olmuştu. O okullardan mezun olanlar, Kastamonu gibi Anadolu illerinde toplumun karşısına çıktıklarında toplum “Ecnebi uşağı’ deyip onlara karşı isyan ediyordu.
1924’te “yama” süreci bitirilerek “tasfiye” sürecine geçildi; bu süreç 1927’de başlayan Harf Devrimi ile resmen tamamlandı.
1930’larda yüzde yüz dışarıdan olan hedefine yüzde yüz İslam’ı koyan, kendisini “gericilik” dediği İslam’a karşı savaşmaya adayan bir eğitim sistemine geçildi.
Bu eğitim sistemi Batı’nın eğitim sistemi değil; Batı’nın İslam dünyasında Edward Said’den yapılan alıntıda belirtilen insan tipini yetiştirmek üzere istediği bir eğitim sistemiydi.
Bir İslam âlimi o eğitim sisteminin yetiştirdiği insan tipini şu sözlerle anlatıyor: “İslam ülkelerinde bizim gencimiz, yarı gazete okuma seviyesine ulaşır ulaşmaz hiç vakit kaybetmeksizin Avrupa tipi elbise, süs ve değerleri kullanmaya başlar. Eğer madde bilimlerinden –örneğin matematik ve tabiat gibi- sınıfta birkaç ders okumuş ve bir şeyler öğrenmişse artık Allah’a kul olmaz! Oysa Einstein(aynştayn) diyor ki “ Dini duygular, bilimsel araştırmaların en büyük itici gücüdür.” Modern fiziğin övünç vesilesi olan Max Polank “bilim tapınağının kapısına imanı olmayan içeriye adımın atmasın, diye yazmışlar” diye haykırıyor. Şimdi bizim kravatlı neslimiz ismini uzaktan duydukları (güya) bilimin hatırı için – başlarını ön ve arkalarına, sağ ve sollarına çevirmeksizin “Tanrı meselesi bilimsellik açısından Avrupa’da tamamen çözümlenmiştir!” diyebiliyorlar. Bunların asıl işi Avrupa sömürgeciliğinin zulmünü devam etmektir.” (2)
Üstad Bediüzzaman da o eğitimin ürünleriyle ilgili şu hatırayı aktarıyor: “Bir zaman Eskişehir Hapishanesi’nin penceresinde oturmuştum. Hapishane karşısında bulunan lise mektebinin büyük kızları onun avlusunda gülerek raks ederken onları o dünya cennetinde cehennem hurileri hükmünde gördüm. Fakat birden elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Onların gülmeleri, elim ağlamaları suretini aldı.” (3)
Gerçekten de bugün bu toplum “Bu eğitim sistemi bizi ne hale getirdi?” diye ağlamıyor muyuz?
MANEVİ YAMALAMA SÜRECİ
Bugünkü eğitim sisteminin “Amaç ve Hedefler” ve o doğrultuda oluşturulan ana programı 1930’ların başında belirlendi, zamanla da anayasal güvenceye kavuşturuldu; sistemin kuruluş ilkeleriyle ilişkilendirildi, “Değiştirilemez-Değiştirilmesi teklif dahi edilemez” sınıfına alındı ve bir daha asla değiştirilmedi.
Gerçeğin resmi bu ise eğitimde görülen dini eklemeleri nasıl anlamak gerekir? Gerçek, şundan ibarettir:
Eğitimde değişim, 1945’ten sonra Türkiye’nin savunma kriterlerinin değişmesiyle gündeme geldi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyet tehdidi altına giren Türkiye, bu tehdide karşı Batı İttifakı (NATO) şemsiyesi altında bir savunma sistemi arayışına girdiği gibi eğitimde de değişim arayışına girdi. Bilinenin aksine 1950’den değil, 1945’ten başlanarak eğitim sisteminin Türkiye’yi Sovyet Rusya’nın ideolojisinden koruyacak bazı unsurlar içermesi için girişimler başladı.
Yüzde yüz İslam’a karşı olan bir eğitim programına o günden sonra küçük küçük manevi yamalar yapıldı. Ancak bu manevi yamaların eğitim sisteminin İslam karşıtı iskeletini bozmaması için azami bir gayret gösterildi.
O günden sonra yapılanlar; din kültürü ve ahlâk dersleri bağlamında Evangelist bir kilisenin bir köşesine İslami levhalar (üstelik Arapça yazısı Latin yazısına benzetilmiş levhalar) asmak gibiydi.
O levhaları tarif etmenin ne kadar zor olduğunu en çok, kendisini İslam’a adamış din kültürü ve ahlâk öğretmenleri bilir. 1930’lardan beri yalan bir tarih okuttuk, yalan bir edebiyat tarihi okuttuk, sahte bir felsefe okuttuk ve bu kadar yalana, sahteliğe programlanmış çocukların, gencecik insanların yapıştırma bir ahlâk bilgisi ile dürüst bir nesle dönüşmesini umduk.
Bir bina için plan ne ise, eğitim sistemi için program odur. İmam Hatip Liseleri, bu eğitim sisteminde, binaya eklenmiş kaçak bölümler gibiydi. Bu öylesine garip bir şeydi ki insanlığa ilahi hükümler doğrultusunda rehberlik etmek üzere inen Kur’an-ı Kerim’i biz İHL’lerde – resmiyette – seküler (dini dünyasına karıştırmayan) bir insanlık inşa etmek için okuttuk.
Her darbe döneminde o eklemeler “kaçak” denilip yıkılacak diye ne korkular yaşandı, yıkılmasın diye ne gayretler gösterildi… Bunu en çok fedakâr İmam Hatip öğretmen ve sevdalıları bilir.
Nitekim gün gelip Sovyet Rusya tehdidi ortadan kalktığında sistem 29 Şubat süreci içinde “Bu okullar Türk Milli Eğitiminin Amaç ve Hedefler ve onlara uygun programına aykırı inşa edilmiş” denilerek kapatılmak istendi.
YAMA SÜRECİ NE ZAMAN SON BULACAK?
Türkiye, bugün bir değişim yaşıyor. Ancak bu değişime rağmen 1930’ların Eğitim Amaç ve Hedefler ve o doğrultudaki programının harfine dokunulmuş değil. Bugün yapılanlar 28 Şubat engelinin aşılarak 1845’te başlayan yamalama sürecini bir miktar daha güçlü bir şekilde sürdürmekten ibarettir. Süreç böyle devam ederse hiçbir değişim kaçak birer ekleme hükmünde olmaktan öteye geçmeyecektir. Biz yeni Türkiye’de de İslam kardeşliğini “Atatürk Milliyetçiliği” doğrultusunda; Kur’an-ı Kerim derslerini ve Hz. Peygamberin hayatını da “Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı vatandaşlar” yetiştirmek için okutmaya devam etmiş olacağız. Bizim din adına öğrettiklerimizin anayasal - yasal hiçbir güvencesi olmayacak, her şey kaçak hükmünde olacak.
Yapı kaçak olunca bütün yük insan unsurunun sırtına biniyor. Eğitimi idare edenler, bu kaçak eklemeler, bu ana projede görünmeyen ekler, yıkılmasın diye adeta bekçilik yapacak. Oysa bürokrasinin yarın değişme ihtimali bir yana, bugünkü eğitim bürokrasisi bile bu bekçiliği yapacak bir yapıdan uzaktır. Eğitim programı, İslami unsurlardan soyutlanırken ders kitaplarında “Ayşe, Fatma, Ali” gibi ümmet isimlerine dokunulmamıştı. Eğitim bürokrasisinin tepesinde yer alan Talim Terbiye Kurulu bu isimlerin yerine “Arda, Efe” gibi isimleri getirdi. (Arda, değnek anlamındadır; Efe’nin bir anlamı kabadayı ve eşkıyadır)
Eğitimde değişim “Evinde Dindar” memurlarla yapılamaz. O “evinde dindar” memurların iş başına geçince dinlerini işlerinden uzak tutmakta ne kadar titiz oldukları gayet iyi bilinmektedir. Kaldı ki Ak Parti iş başına geldiğinde “evinde dindar” kişiler dahi Milli Eğitim Bakanı yapılmadı.
Eğitimde değişim, ancak değişime gerçekten inanmış ve değişime bedel ödemeye hazır kişilerin eliyle olur. Ömer Dinçer, değişime inanmış biri olarak biliniyor. Ama değişim sadece bakanla olmuyor.
Ders kitaplarının değişmesi gerekiyor, okulların mescitlere ihtiyaçları var… Bunların hiçbiri amaç ve hedefler ve o doğrultudaki temel program değişmeden “kaçak bir girişim” olmaktan öteye geçemez. İslami her tür girişimin “kaçak” olduğu bir devlette gerçek bir değişimin yaşandığına kim inanır?
İlköğretimin ikinci kademesinden başlanarak Siyer ve Kur’an-ı Kerim derslerinin seçmeli de olsa programa eklenmesi, üniversite yerleşkelerinde büyük camilerin yapılması geç kalınmış dev girişimlerdir.
Buna rağmen anayasadan başlanarak Eğitim Amaç ve Hedefleri ve temel programı değiştirilmezse bu girişimler değişim için sadece “kabuk” hükmünde kalır.