- Bu-bu, sadece bu ay ki kazanılan para mı? Kaçıncı kez sorduğunu sayamamıştım. Şaşırdım:
- Evet, hacı dayı!
- Garson ve fırıncıların parasını ödediniz mi?
- Evet, ödedim.
- Gider, malzeme parası?
- Ödedim. Bir tek benim maaşım kaldı. Onu da herhalde siz ödersiniz? Gülümsedim. Paraları tekrar tekrar sayıyor. Yüzündeki şaşkınlık geçmiyordu. Huzursuz oldum:
- Hacı dayı, bir sıkıntı mı var? Bilmelisin ki ben Allah’tan korkarım. Şaşkınlık sırası ondaydı:
- Sen yanlış anladın evladım. Dükkânın geliri beklediğimden çok fazla ondan şaşırdım.
- Valla hacı dayı, biz çalıştık Allah da bereketini verdi. Helali hoş olsun.
O kış, onun lokantasında bir baba dostumun sayesinde iş bulmuştum. Lokanta büyük ve işlek bir yerdeydi. Hacı dayı yaşlıca bir adamdı ve lokantaya ara sıra uğrardı. Baba dostumuz beni nasıl anlattıysa yaşlı adam bana güvenip kasanın başına oturtmuştu.
Hacı dayı ile her ay aramızda buna benzer diyaloglar oluyor, benden önceki elemanların onu ne kadar dolandırdığını anlata anlata bitiremiyordu. Hakkımı onlara asla helal etmem deyip duruyordu. Her ay hesabı teslim ettiğimde yüzü aydınlanıyor, gidene kadar dua ediyordu. Kısa sürede maaşlarımıza zam yapmış, benim maaşım bir memur maaşını bayağı geçmişti.
- Usta, yine hacı dayının keyfi yerindeydi.
- Evet, bu ayın hesabını da alnımızın akıyla teslim ettik.
- Usta, sen fazla içtiğin suyun parasını bile kasaya bırakıyorsun. Alnın ak olacak tabi ki! Kaç kişi geldi, geçti. Hep hacının malından yediler. Kârın yarısını bu ayki kazanç diye adama veriyorlardı. Adam iyi kazanmasa bizden memnun olmasa maaşımıza zam yapar mıydı?
- Hasan, adam çok yaşlı, oğlu veya damadı falan yok mu? İşlerini yürütsün.
- Oğlanların hepsini okutmuş. Üniversitelerde hoca falan olmuşlar. Bir damadı var ona da bir ara gel çalış, demiş. Damat kabul etmemiş. Ailevi sorunlar sanırsam.
- Neyse bir çay kap gel. Namaza kadar bir keyif yapalım. Sonra camiye gideriz.
- Hemen usta! Dışarı çıkan delikanlı hemen geri dönmüştü. Yüzü bir tuhaftı.
- Usta, polis seni soruyor. Onun hemen ardından içeriye birkaç polis girmişti.
****
- Anam mı, hanım mı? Gardiyan yüzüme bakmadan:
- İkisi de değil. Şükrü Bilgiç diye birisi! Şaşırdım:
- Nee, emin misin?
- Evet, hadi hazırlan!
Bir yandan hazırlanıp bir yandan da habersiz gelen eski patronumu düşünüyordum. Neden buraya kadar gelmişti. Bir sorun mu olmuştu acaba? Yoksa burada ne işi vardı ki?
En yakın akrabalarımızın bile bizi terk ettiği bu mekânlarda ne demeye gelmişti. Herkesin kendi gölgesinden korktuğu bu dönemde büyük bir riske atılıp neden gelirdi ki!
Görüş kapalıydı. Beni gördüğünde ayağa kalktı. Zaten kırışık olan alnı iyice kırışmış, üzüntüsü yüzünden akıyordu. Hal hatır muhabbetinden sonra lafı dolandırmadan:
- Hacı dayı, bir sorun mu oldu? Bir hakkın mı geçti tarafıma? Kendini yorup buralara kadar gelmişsin! Derin bir nefes aldı. Gözkapaklarını ağır ağır kaldırdı. Çok üzgündü:
- Ah, be hasanım! Senin gibi dürüst, helal süt emmiş bir adamın cezaevinde olmasından daha büyük bir sorun ve haksızlık mı olur? Ağlıyordu. Ben de üzüldüm.
- Hacı dayı, benim alnım ak, başım dik! Hırsızlık, adam öldürme veya herhangi bir kul hakkından dolayı burada değilim. Dini hassasiyetimden, dinimi Müslümanca yaşamak istediğimden dolayı buradayım.
- Bilmez miyim? Sen benim öz bir oğlum gibisin. Ne kadar zaman çalıştın dükkânımda. Senin helal çalışman, kul hakkı yememen sayesinde benim dükkânım abad oldu. Başını eğdi. Düşündü bir müddet. Kendini öksürtüp boğazını temizledi.
- Buraya kadar sana bir şey demeye geldim. Beni geri çevirme, olur mu? Başımla olur, dedim. Memnun bir ifadeyle devam etti:
- Seninle bir mukavele yapmak istiyorum. Senin iki buçuk yıl ceza aldığını duydum. Sayılı gün elbet biter. Bu sürede maaşını ailene teslim ederim. Kiranı öderim. Ama sen de çıkınca gelip lokantadaki işinin başına geçeceksin, başka yerde çalışmayacaksın kabul mü?
Şaşkınlıktan küçük dilimi yutmak üzereydim. Hayır demek ne mümkündü! Ailem ben çıkana kadar kimseye muhtaç olmayacaktı. Hem ben çıkınca işim de hazır olacaktı. Fakat içim hiç rahat değildi.
- Hacı dayı, ben de hayır demek istemem ama çalışmadığım halde sizden para alamam.
- Evladım, sen zaten bana çok kazandırdın. Sen çalışmaya başladığından beri dükkâna getirdiğin beti bereketi, bir veli okuyup üflese ancak gelirdi. Bu sana yaptığım az bile…
- Estağfurullah! Biz üstümüze düseni yaptık. Bereket Allah’ın bir lütfudur. Ben bana emanet edilen mala sahip çıktım. Bir emanetçiyim sadece… Yaşlı adam gülümsedi.
- Sen emanetçisin de ben sahibi miyim? Ben de sadece emanetçiyim. Hepsini bu dünyada bırakıp gideceğim. Ne kadar vaktim kaldı bilmiyorum. Aslında benim de lokantanın kapısına kilit vurup evime çekilmem, taat ibadetle vakit geçirmem gerekirdi. Ama bir sürü kişinin ekmek kapısıdır diye. Hem beni de oyalar kimseye muhtaç etmez. Neyse ben çıkınca seni muhakkak bekliyorum. Memnun olmuştum.
- Hacı dayı, sen cömertliğini yaptın eyvallah! Fakat benim bu parayı karşılıksız kabul etmem mümkün değil! Madem bu bir anlaşma ve ben anlaşmanın karşı tarafıyım. Ben de bir şartla kabul ederim. Verdiğin her maaşı kaydet, ben de kaydedeceğim. İkimiz için de ölüm var kalım var. Çıkınca yavaş yavaş öderim olur mu? Bir müddet düşündü.
- Yoksa kabul etmem mümkün değil! Deyince hemen:
- Olur evlat olur, dedi. Biraz daha konuştuktan sonra demir kapının dövülme sesi geldi. Bu görüş bitti demekti. Yaşlı adam bastonundan yardım alarak ağır ağır kalktı. Salonu terk ederken ben de arkasından el salladım. Musibetlerin üzerimize yağmur gibi yağdığı bu zamanlarda Allah bizi ne güzel teselli ediyor, gönül alıyor, yaralarımızı sarıyordu. Bu herkesin bizi unuttuğu yerde her an yanımızda en yakınımızda duruyor.
* 90’ lı yıllarda yaşanmış gerçek bir hikâye kurgulanarak alınmıştır.
Meryem Varol