Geçen Ekim ayının başında Sudan'ın başkenti Hartum'a geldiğimizde uluslararası kitap fuarı olduğunu öğrendik. Hem fuarı görmek hem de kitap almak için fuara uğradık. Kitap fuarından Arapça birkaç roman aldım. Ayrıldıktan sonra içlerinden dikkatimi çeken “Son Endülüs” adlı romanı okumaya başladım.
Kitabın girişinde Mısırlı yazar Ahmed Emin, kitabın ilginç hikâyesini anlatıyor: Bir sabah kalktığında her zaman olduğu gibi Fırat adındaki Sahaf, kucağında eski kitaplarla zili çaldığını söylüyor. Kitapları alıp masanın üzerine koyduğunda, içlerinden bu kitabın dikkatini çektiğini, hemen okumaya başladığını, kitabı gözyaşları içinde bitirdiğini belirtiyor. (Arapçamı geliştirmek için aldığım bu kitabı okuyup da ağlamamak mümkün değil.)
Ahmed Emin'in mütercimi olduğu kitap, iki bölümden oluşuyor. İlk bölüm, Endülüs'ün düşüşünün son beş gününü yaşayan Endülüslü bir Müslümanın yaşadıklarını anlatıyor.
İkinci bölüm ise, Endülüs'ün düşüşünden üç yüzyıl sonra, aile efradı ile beraber anne babası gözleri önünde yakılan ve kendisi de Hıristiyanlaştırılmak ve rahip olarak yetiştirilmek için bir kiliseye yerleştirilen, Bedi adındaki Müslüman bir çocuğun yaşadıklarını anlatıyor.
Roman, o dönem Müslümanlarının yaşadıklarını, bizzat yaşayanların dili ile anlatıyor.
Kaldığı kilisenin altındaki zindanlar ve akla hayale gelmeyen korkunç işkenceler... Engizisyon mahkemelerinin aldığı kararlar doğrultusunda canlı canlı yakılan Müslümanlar...
Romanın hacmi küçük ancak içeriği çok büyük.
Kendisi küçük olup da işlevi büyük olan biri daha var romanda: 10 yaşındaki Bedi.
On yaşında girdiği kilisede, o dönem Endülüs'te kalan sayıca az Müslümanlar arasında irtibatı sağlıyor. Kiliseye ayin için gelen Hıristiyan kılığındaki Müslüman kadınların, rahiplere takdim ettikleri yiyecekler içinde getirdiği raporları, kilisenin müdavimleri arasında olan ve Müslümanlığını gizleyen Kamil adındaki yaşlı biri ile Şeyh Ömer'e gönderiyor...
Sonrasında birer birer ilişkili olduğu Müslümanlar da yakılıyor. Şeyh Ömer'in gizlice namaz kıldırdığı yerin bilgisine ulaşan Engizisyon Mahkemeleri, içinde namaz kılanlarla birlikte mescidi yaktırıyor. Raporları getirip götürmekte aracılık eden kadın, Müslümanlığı tespit edilince, meydanda toplananların arasında olan Bedi'nin gözlerine baka baka yakılıyor. Annesi yerine koyduğu kadın gözleri önünde yakılırken, on beş yaşlarındaki çocuk yaşadığı acıyı dışa vuracak bir çığlık bile atamıyor!
Dağ gibi acılar gömüyor içine Bedi.
Tabi zaman zaman sarsıldığı anlar olmuyor değil. Yaşadıklarının etkisi ile Kamil adındaki Müslümanla tartışıyor: “Allah bizi seviyorsa niye yardım etmiyor, yaşadığımız acıları görmüyor mu, yoksa...”
Kamil'in de ölümü ile yapayalnız kaldığı günlerde bir rüya görüyor. Rüyasında Kâbe'yi ziyaret ettiğini, Kamil'in orada olduğunu ve uzunca secdeler yaptığını ve dualar ettiğini... Onunla konuştuğunu ve Kamil'in kendisine, yaşananların mükâfatını anlattığını görüyor... Rüya kendisine teselli verse ve rüyanın gerçekleşeceği hissi iman gibi doğsa da içine, Mekke nere, Kâbe nere!
Kendisi çocuk yaşta bir rahip olarak Engizisyonun merkezi olan kilisede mahpus...
Derken, bir grup rahip ile beraber Afrika'nın bir ülkesine misyonerlik çalışması için gemi ile gönderileceği söyleniyor... Yola çıkılıyor ve şiddetli fırtınaya tutulan gemi batıyor...
...
Romanın özetini bitirmek isterdim; ama hem köşemi zorladım hem de Endülüs'te yaşananları araştırasınız diye merakınızı zorlamış olayım...
Bunları bana yazdıran da İLKHA'nın, Arakan ile ilgili hazırlanan bir raporunun çevirisi oldu. Bu raporu okuyunca aklıma Endülüs geldi. Evet, Arakan bugün tecavüzleri, yakılmaları, soykırımları ile “Son Endülüs”ü yaşıyor.
O günkü Müslüman ülkeler ve Müslümanlar birbirleri ile uğraşıp Endülüs ile ilgilenemedikleri gibi, bugünün Müslüman ülkeleri ve Müslümanları da birbirleri ile uğraşıp Arakan ile ilgilenemiyorlar.