ABD kendi çizgisinden sapma gösteren lider veya ülkeyi ya hizaya getirmek ya da etkisiz kılmak politikasını acımasızca uygulayan bir güçtür. Büyük şeytan, pragmatist felsefesi gereğince yıllarca kendine kul köle yaptığı kişileri işi bitince hiç bir sıkıntı duymadan yer, satar veya atar. ABD, Arap baharı sürecinde tahtları sallanan bölgedeki dostlarının hemen hepsini kaderlerine terk ettiği vakit, geriye kalan Amerikancı yönetimler tedirgin olmaya başladılar ve bu şeytani gücün hegemonyasından kurtulmanın yollarını aramaya koyuldular. Tabi ki bu arada Rusya, Çin ve İran gibi ülkeler ABD'nin güvensizliği sonucunda ortaya çıkan bölgedeki bu boşluğu doldurmak için fırsatları iyi değerlendirdiler. Rusya yavaş yavaş dünyanın ikinci önemli gücü olduğunu kabul ettirdi.
Batı'nın Türkiye için yaptığı planlar, ülkeyi kontrol edilebilir, makul bir çizgide tutmak amaçlıdır. Türkiye, soğuk savaş yıllarındaki kadar olmasa da, NATO ve ABD için hâlâ önem arz eden bir ülke konumundadır. ABD ve Batı açısından askeri ve jeo-stratejik önemi olan Türkiye'nin kaybedilmesi istenmeyen bir durumdur. Amerika, bölgede ikinci bir İran olayı yaşanmasını istemez.
Türkiye'nin Batı Haçlı dünyası için bilinen bu klasik öneminden başka, asıl başka bir sebepten dolayı dikkatleri hep üzerinde taşıdığı ve bunun batı için büyük bir endişe kaynağı da oluşturduğunu unutmamak gerekir. Peki, Batıyı derin endişelere sevk eden bu nokta nedir? Bu, Türkiye'nin tarihi misyonuyla ilgili olan bir meseledir. Yani, Türkiye'nin İslam coğrafyasını eskisi gibi yekpare bir hale getirme konusundaki liderlik potansiyelidir. Batı'nın en büyük korkusu ve endişesi Türkiye'nin sahip olduğu bu potansiyeldir. Erdoğan ile beraber Türkiye'nin bu tarihi misyonunu icra etme, söz konusu potansiyeli harekete geçirme ihtimali artınca, ABD ve diğer Batılı güçler iyice tedirgin olmaya başladılar. Kimisi Erdoğan'ı Selahaddin'e kimisi de Osmanlı'nın muktedir padişahlarına benzetti. ‘Osmanlılar geri dönüyor' korkusunu hortlatmaya çabaladılar. Bu, Erdoğan'ı Saddamlaştırma ve şeytanlaştırmanın ilk adımıydı. Her halükarda kendilerine bu korkuyu yaşatan Erdoğan'dan kurtulmak gerekirdi. Planlar ortaya kondu ve uygulamaya geçildi. İçeriden destekli planların sonuncusu ve en korkuncu 15 Temmuz darbe girişimi oldu. Bu darbe girişimi sanıldığından çok daha kapsamlı bir operasyonun anahtarı olacaktı, ama işler hesap edildiği gibi yürümedi.
Türkiye, Batı'nın gözünde Erdoğan ile beraber süvarisini bulan bir at gibi göründü.15 Temmuz'da süvariyi düşüremediler; şimdi doludizgin koşan atın istikametini değiştirmek için uğraşıyorlar.
Öyle ise çok iyi düşünmek ve şu hususu asla gözden kaçırmamak lazım: Darbenin arkasındaki güçler asla pes etmedi; etmeyecekler. 15 Temmuz süreci şu veya bu şekilde devam edecektir. ‘İş bitti' diye anlamak ve rehavete, hele gurura kapılmak vahim bir hata olur. ABD'nin bu işin peşini bırakacağını sanmak onu hiç tanımamaktır.
İşte işin bu noktasında beliren bazı karineler üzerine endişelerimizi ifade etmek istiyoruz. Öncelikle ilgili makamların tehlikenin farkında olup olmadıkları konusunda ciddi kuşkularımız var. ABD'nin oyunlarını fark etmemek veya konu ile ilgili en ufak bir ihmal sadece hükümet için değil, bütün bir ülke ve hatta bölge için çok büyük bir felaket getirebilir.
Şimdi 15 Temmuz darbesinin devamı veya ABD ve darbenin arkasındaki güçlerin (B) planı saydığımız gelişmelerin bir kısmına kısaca değinelim.
FETÖ operasyonları sebebiyle kamu görevlileri arasında açığa alınma rakamının yüksekliği çok ciddi sıkıntılara gebedir. Sanki gizli bir el bu operasyonları asıl mecrasından çıkarıp bir sorun haline getirmeye çalışıyor. Bu büyük çaplı operasyonların ne sonuçlar doğuracağı konusunda dakik bir hesabın yapılmadığı görülüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Binali Yıldırım'ın durumun hassasiyetini ifade eden beyanlarına rağmen geçen her gün mağduriyetlerin çoğaldığını görüyoruz. Kamudan alınanlar bir yana, alınmamış olanlar da büyük bir korku hali yaşatılıyor. Aslında 15 ‘Temmuz'da bu büyük kitlenin suça bulaşmamış, saf niyetli olanlarını kazanmak ve FETÖ'den uzaklaştırabilmek zemini oluşmuştu. Bu fırsat değerlendirilemedi. Bu insanları kurtarmanın ve kazanmanın yolu kapanmış değil; ama mağduriyetlerin süresi uzarsa ele geçen bu fırsat da hepten kaçacaktır.
İkinci önemli bir husus da, Kürt sorunu konusunda yapılması gerekli olanların askıya alınması ve PKK'ya tekrar alan açacak yanlış uygulamaların sürmesidir. PKK'nın hendek politikasına karşı gösterilen aşırı şiddet, şehirlerin harabeye döndürülmesinin üzerinden çok zaman geçmesine rağmen milletin gönlünü kazanacak bir faaliyet henüz yok. Terörle mücadele ile halkın korunması arasındaki mutedil çizgiyi bulmada hâlâ ciddi sorunlar yaşanıyor. En son bazı belediyelere kayyım atanması olayında yaşananlar PKK için aranıp da bulunmayan türden. Diyadin Belediyesindeki Kürtçe levhanın kaldırılması bunun son örneği oldu.
Kürtçe tabelanın indirilmesinin neyi çözeceğini düşünüyor bu kafa acaba? Şayet bununla Türkçe'nin korunması gibi bir düşünce varsa aynı tutumun İngilizce, Arapça ve diğer diller için de gösterilmesi gerekmiyor mu? Şayet bu hassasiyet PKK karşıtlığı ile temellendiriliyorsa bu çok daha vahim. DHKP-C Türkçe kullanıyor diye Türkçe yasaklansın denebilir mi? Kürtçe bir dildir ve onu kimse yasaklama hakkına da sahip değildir. Bu tür politikaların sadece ülke düşmanlarının işine yaradığını bazı kesimler şimdiye kadar hâlâ anlamamışlarsa bundan sonra da anlayamazlar. Hastalık derecesinde ırkçılık marazına müptela kimselerle kurulan ortaklık ve arkadaşlık hükümetin zararınadır.
Kısacası 15 Temmuz sürecinin bir intikam değil bir ıslah süreci olması gerekir. İntikam politikalarının hiç kimseye faydası olmadığı gibi bu tür politikaların nasıl sonuçlar çıkaracağını da iyi hesap etmek gerekiyor. Hükümet yapılan her işin sorumluluğunu müdrik olmalı. Yarın, ‘biz bunu yapmamıştık, haberimiz olmadan paralel yapmış' denirse kimsenin buna inanmayacağı da bilinsin.