Bu olayların nihai sorumlusunun hükümet olduğu ve epeyce başarısız bir sınav verdiği açık. Direnişin anlamını kavramamaları ülkedeki kültürel kırılmaya atfedilebilse de, işlevini öngörememeleri şaşırtıcı. O noktadan sonra ise hükümet karşısında iki aktör buldu. Gezi’deki siyasi anlamı belirsiz gençler ve bu fırsatı sürece yayılan bir kırılma ve darbe girişimine dönüştürmek isteyen bir güç koalisyonu. Başbakan ikinciyi önemsedi ve bütün konuşmalarında onlara hitap etti. Sokağa milyon kişi çıkarma söylemi kendisini devirmeye yeltenenlere sonuna kadar direneceği uyarısıydı. “Erdoğan’ı yedirmeyiz” mesajı da aynı tavrın farklı biçimde dile gelmesi. Çünkü İslami kesim eğer Erdoğan’ı yedirirlerse bunun çorap söküğü gibi gideceğini ve sonunda hepsinin başının yeneceğini düşünüyor. Dolayısıyla o cenahta ilginç bir gelişme oldu: Erdoğan yanlış yaptı, ama karşı tarafın tüm öfkesini Başbakan’da somutlaştırması sayesinde bugün kendi tabanında daha da rakipsiz hale geldi.
İktidarın zayıf muhalefet sayesinde aşırı güvenli davranmaya alıştığını ve demokratik olgunlaşma imkanını iyi kullanmadığını söyleyebiliriz. Başbakan’ın sürekli olarak sandığı demokrasi kavramı ile eşitlemesi iyi bir örnek. Sandık, ülkeyi kimin yöneteceğinin (hatta sadece parlamentonun) nasıl belirleneceğini söyler. Ama ülkenin nasıl yönetileceğini söylemez. Oysa demokrasi sadece kimin yönettiğine değil, nasıl yönettiğine ilişkin bir kavram. Meşruiyet bu ikisinin buluştuğu noktada ortaya çıkar. Ne var ki Başbakan epeyce kaba ve ilkel bir tanımda siyaseten ısrar etti, çünkü gözünü darbeci koalisyondan bir türlü ayıramadı ve onlara geri adım atmayacağı mesajını vermeyi çok önemsedi.
Bu yaklaşım hükümetin Gezi gençliği ile ilişki kurmasını engelliyor. İktidar Kemalist rejimin ima ettiği politik yapı ve kültürün ürettiği sorunlarla boğuşuyor ve hâlâ bürokrasinin direncini aşmakta zorlanıyor. Bütün enerji ‘ülkesel’ meselelere hasrediliyor. Buna karşılık Gezi gençliğinin ana gündemi kendi hayat tarzını öne çıkaran bir mikro perspektif. Bunun yeni teknolojiler ve sosyal ağlar sayesinde evrensel normlar ve hassasiyetlerle ilişkiye geçirilmesi ise, bir yandan bu gençlere meşruiyet sağlıyor, ama aynı anda onları kendi toplumlarının derin tıkanmaları karşısında yabancılaştırıyor. Dahası söz konusu hayat tarzı ve evrensellik ‘laikliği’ öne çıkararak, bu gençleri hastalıklı bir eski rejimin koç başları haline getirebiliyor. Gezi ‘kültürünün’ bu ayak bağlarını aşmak üzere ortaya koyduğu haslet, sahip çıktıkları bireyciğin çeşitliliği kucaklamayı ve birlikte yaşama isteğini engellemediğini göstermesi oldu. Bunun kıymetini teslim etmek gerek... Ancak kamusal alanda söz hakkı asgari bir sorumluluk tavrı gerektirir. Bu gençler yakılan yıkılan araçlar ve dükkanlara ilişkin tavır koyamadılar. Şiddetle aralarına mesafe koyma duyarlılığını ancak bireysel örneklerle sergilediler. Ve sonuçta o mahallenin biraz aykırı, biraz romantik kanadına dönüştüler.
Bugün özellikle siyaseten hükümetten haz etmeyenlerin kalemlerinden dökülen iltifatlar onları bir süre bulutlarda tutabilir. Zekalarını, mizahlarını övmek, sonradan görme gençlik romantizmi çekenlerin ürettiği bir abartı olarak çok popüler. Ama bu şişirme çabasını bir kenara bıraktığınızda karşınıza hiç de hoş olmayan bir gerçeklik çıkıyor: Gezi gençliği ve hele Taksim Dayanışması denen kart abiler hareketi en az Başbakan kadar otoriter bir çizgi izliyor. Evet, gençlerin ve Gezi Parkı’na ilişkin itirazların dikkate alınması bir demokratik hak... Ama o itirazların ve taleplerin hayata geçmesi bir hak değil. Çünkü direnişçilerin o park üzerinde ‘özel’ bir hak sahiplikleri olmadığı gibi, taleplerinin temsil yeteneği de belirsiz. Dolayısıyla talepleri ‘bizatihi meşru’ değil... Eğer meşruiyetin bir yeri işgal ederek sağlandığını sanıyorlarsa o başka. Ancak ona da ‘demokratik’ falan denmiyor. Hele Dayanışma’nın olur olmaz her konuda ‘olması gerekeni’ öne sürmesi ve bunu da ‘toplum adına’ yaptıklarını söylemesi, utanç verici bir çiğliği, kibrin kendini ifşa eden bir akılsızlığa dönüşmesini, apaçık bir ergenlik halini ifade ediyor.