Eşyadaki fena mührünü görmek

Said BURAK

Şey ya da onun çoğulu olan eşyanın insan nefsi üzerinde bir cazibesi vardır. Kendine bir mıknatıs gibi çeker nefsi. Bir cilveyle arzı endam edince eşya, binlercesini gözü kara eder. Mal deryası “şey ve eşya” balıklarıyla çalkalanınca nefs coşar ne sılayı rahim kalır, ne vicdan. Kardeşin eli kardeşin kanında al al olur, neûzu billah!

Sonra eşyanın, dünyanın/dünyalıkların gönüllerde patlayan bombaları vardır. Teneffüs yoluyla alınıp da nefes darlığına sebep olan zehirli gazları… Adamın arabasının fiyakasına bakar da diğer bir adam, bir ah çeker ki derinden, göğsüne saplandı zannedersin hançer, ta sapına kadar. Ya da kadının evine, mutfak ve oda takımlarının lüksüne bakar da başka bir kadın, yaşadığı hayata lanet eder ve bir daha da yaşadığı müddetçe onun güldüğünü görmez hiç kimse.

Ya şeyin, eşyanın müminin has cenneti olan ailesine bakan taraflarına ne demeli!.. Koltuklar, avizeler, o takımlar, bu parçalar; falanın evi şöyle, filanın villası böyle … Ve aile muhabbetinin direkleri olan sıcak duyguların takım takım, parça parça dönülmez uzaklara göçmesi...

Sathi bir bakışın, Kur'anî olmayan şaşı nazarın eşyaya yüklediği anlamın çarpıklığı, işte böyle her şeyi yanlış yapıyor, bozuyor, tahrip ediyor; nimeti nikmete çeviriyor. Eşya, “Keşke Karun'a verilenlerin benzeri bize de verilseydi.” ayetinde geçtiği şekliyle sevdalılarına derin “ahlar” çektiriyor. Zira her bir keşke bir ahtır aynı zamanda ve biz bunu gerek nefsimizden ve gerek çevremizden her gün farklı acılı tonlarıyla duyuyoruz. Peki, aynı eşya ukba âşıklarına ne yapıyor, acaba? İlginçtir, eşya bu insanlara, kendisine hiç de ihtimam vermeyen bu insanlara, lezzetin en hassını veriyor; onları şükürlerle, teşekkürlerle dile getiriyor.

İşte biri keşkelerle, diğeri şükürlerle sürüp giden iki hayat şekli… Eğer bir mü'min, kadayıfı baklavasını orada bırakın sadece su içtikten veya ekmek soğan yedikten sonra bile şükrediyorsa bu “şey veya eşya”nın verdiği lezzettendir. Çünkü şükür lezzetten doğar. Kişi bir lezzet almış ki şükrediyor. Bu biraz da imanın müminde meydana getirdiği görme, algılama, hissetme duyularındaki artış kuvvetiyle ilgili bir konudur. Zira Kur'an-ı Mecid, kâfirler için defaatle “görmüyorlar, hissetmiyorlar” gibi tabirler kullanırken müminlerin ise basiretinden bahsediyor ki bu algılama dakikliği ayrı bir yazı konusudur. Ama her hâlükârda ilginç bir konudur.

Evet, eşyanın elinden en çok çekenler, işkencehanesinde inin inim inleyenler onun has âşıklarıdır. Vefasız yâra gönül vermenin cezasıdır bu. Üstat Bediüzzaman bu konuda çok veciz bir mübelliğdir. Şöyle diyor: “Allah bu gönlü bin bir yetenekle yarattı ve ona büyük bir sevgi kabiliyeti verdi ki onu yani Allah'ı sevesin diye.  Eğer bu sevgiyi ondan alır da dünyalıklara verirsen sevdiklerin sayısınca acı çekersin.” Allah'a bağlanmayan gönlün ve kişiyi Allah'a götürmeyen eşyanın kendi sahiplerine yaşattığı dünya cehennemidir bu.  Bu, “lehüm fi dünya ğizyun” yani "Onlara bu dünyada bir azap vardır." ayetinin varlık âleminde tecellisidir aynı zamanda. Eşya böyledir işte: sağ gösterip sol vuruyor. Önce seni mutlu etme vaadiyle cilveli cilveli yaklaşıp kendine âşık eder sonra cevr û cefaya başlar.

Evet, eşya güzeldir ve bir yere kadar da saadete hamallık yapar ama onun yüzündeki fena (yok yolma) mührünü görmez de sen ona hamallık yaparsan eşya ve onun çoğulu olan her şey üstüne üstüne gelir.

Unutmayalım, "Ben saadeti dünyalıklarda buldum diyen tek kimse yoktur." ama dünyanın, dünyalık kavgaların, tartışmaların saadetlerini zir û zeber ettiği çok kimse vardır.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.