Son dönemlerde hâkimiyet kurdukları alanlarda her kesime karşı gösterdikleri şiddetle gündeme gelen Müslüman bir grubun yaptıklarından; İslam’ın, tabileri dışındakilere hayat hakkı tanımadığı iddiası gündeme gelmektedir. Acaba böyle midir?
Müslümanların karşılaşabileceği dört farklı kesim bulunmaktadır. Bunlara yönelik tavırları sırayla ele alalım:
1. İslam’ın aykırı bir yorumunu benimseyen Müslümanlar: Hz. Osman (ra)’ın şehadetinden sonra özellikle de Emeviler ve Abbasiler döneminde bazısı sapık bazısı bidat ehli diye nitelenen itikadî, fıkhî ve siyasî birçok mezhep ortaya çıkmıştır. Âlimler bunlara karşı reddiyeler yazmışlar ancak istisnai durumlar dışında bunlara yönelik herhangi fiili bir müdahaleye başvurulmamıştır.
Aykırı fıkralar arasında en sık bilinenlerden biri kendileri dışındaki tüm Müslümanları kafir gören Haricilerdir. Bu aykırı durumlarına rağmen Hz. Ali’nin onlara söylediği şu olmuştur: “Üzerimizde üç hakkınız vardır; camilere girmenizi engellememek, ganimet paylarınızı vermek ve bozgunculuk çıkarmadığınız sürece size karşı savaş açmamak.”
Hz. Ali’nin (ra) Nehrevan’da onlarla savaşmasının sebebi ise fikirleri değil, bir Müslümanla hamile hanımını şehit edip katilleri teslim etmeye yanaşmamalarıdır.
Buradan anlaşılan şudur: Asayişi ihlal edecek suçlar işlemedikleri müddetçe aykırı fikirlere sahip Müslümanların İslam toplumu içinde yaşama hakkı bulunmaktadır.
2. Zahiren iman ettiğini söyleyip hakikatte inanmayanlar: Bunlara en güzel örnek münafıklardır. Onların hakikatte inanmadığı ayet-i kerime ile Resulullah (sav)’a bildirildiği halde onlara yönelik fiili bir müdahalede bulunmamış ve İslam toplumu içinde yaşamalarına müsaade etmiştir.
3. Ehli kitap olan Yahudi ve Hıristiyanlar: Ehli kitabın cizye ödedikleri takdirde İslam toplumu içinde zimmi statüsünde yaşayabilecekleri ile ilgili bir tartışma bulunmamaktadır. Bunları, dinlerini serbestçe yaşayabilecekleri gibi aralarında kendi şeriatleri ile de hükmedebilirler.
4. Ehli kitap dışındaki kâfirler: İmam Şafii ve Ahmet bin Hanbel de dâhil cumhur ulema Mecusiler dışındaki diğer putperestlerden cizye alınmaz onlarla ancak savaşılır demişlerdir. Bu görüşün en önemli dayanağı Tövbe Suresi’nin ilk ayeti kerimeleridir. Tartışmalı olmakla beraber, anlaşıldığı kadarıyla bu ayeti kerimelerde putperestlere “ya savaş ya da iman” seçeneği sunulmuştur. Ancak sonradan gelen altıncı ayeti kerime, bu uygulamanın sadece İslam’ın doğduğu Hicaz toprakları için geçerli olduğu izlenimini vermektedir.
“Eğer müşriklerden biri senden sığınma talebinde bulunursa, Allah’ın kelamını işitebilmesi için, ona sığınma hakkı tanı. Sonra da onu güven içinde olacağı yere ulaştır. Bu, onların bilmeyen bir kavim olmaları sebebiyledir.” (Tevbe-6)
Bu ayet-i kerimeden anlaşıldığı kadarıyla ilk ayeti kerimelerdeki ültimatomdan amaç, İslam’ın yeni yeni doğduğu bu topraklarda, köklü bir geçmişi olan şirkin, bu bölgenin dışına çıkarılmasıdır. Dikkat edilirse sığınma talebinde bulunan müşrike “ölüm veya iman” seçeneğinin sunulması istenmemiş aksine güven içinde olacağı yere ulaştırılması istenmiştir. Demek ki amaç müşriklerin o topraklardan çıkarılmasıdır. Ayrıca “Allah’ın kelamını ulaştırabilmesi için” denilerek, İslam’ın hakikati noktasında bir muhakeme yapabilmesi için ona imkân tanınması istenmektedir. (Doğrusunu Allah bilir)
Ateşe taptıkları için kendileri de putperest olan Mecusilerden Resulullah (sav) tarafından cizye alındığı sahih haberlerle sabittir. Buna dayanarak Hz. Ömer (ra) da İranlı Mecusilerden cizye almıştır. İlk defa Hz. Osman (ra) döneminde karşılaşılan Berberilerden de Hz. Osman (ra) cizye almıştır.
Bu haberlere dayanarak İmam Ebu Hanife, Arap müşrikleri dışındaki tüm kâfirlerden –putperest bile olsalar- cizye alınabileceği görüşündedir. İmam Malik de mürtetler dışındaki tüm kâfirlerden cizye alınır demiştir.
İbni Kayyim el Cevziye, Mecusiler de müşriktirler ve belki müşriklerden de daha kötüdürler. Onlardan cizye alındığı sünnetle sabit olduğuna göre müşriklerden de alınabilir” demiştir. Bunu aktaran Seyyid Sabık da aynı görüştedir. (Fıkhûs Sûnne 3. Cilt sh: 363-364)
Burada cizyenin alınması, onların İslam toplumu içinde güvenle yaşayabilecekleri anlamına gelmektedir.
Esasen “De ki: Hak Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” (Kehf:29) diyen bir dinin, insanları “savaş veya iman” seçeneklerinden birine mecbur edeceği düşünülemez. Hem böyle zorlama bir imanın makbul olmadığı bütün âlimlerce ifade edilmiştir.
Sonuç olarak Allah’a giden hak yolu, kendi iradeleri ile bulabilmeleri için insanların önündeki engelleri kaldıran İslam’ın, tabileri dışındakilere hayat hakkı tanımadığı hususu doğru değildir.